HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

Tanımak, Anlamak, İnsanlaşmak

12.08.2025 00:00
Yolda, üstü başı pis, burnu akmış bir çocuk görürseniz; sakın onu sevmeden geçmeyin. Başını okşayın, burnunu — mendiliniz yoksa da elinizle — silin. Çünkü bu dünyada suyun temizleyemeyeceği hiçbir pislik yoktur. Coğrafya dersine dair pek çok şeyi unuttum: meridyenmiş, paralelmiş, izohipsmiş… Ama bu nasihat hâlâ aklımda.

Bazen durup düşünürüz; hayat serüvenimizde bir söz, bir bakış ya da yaşanmış bir an bizi derin düşüncelere götürür. Her yetişkinin hayatında olmuştur — ya da olacaktır — böyle anlar. Kimi bir şiirde bulur kendini, kimi bir cümlede durur, kimi ise bir bakışta çözülür. Hayatında bu tür anlar hiç olmayan biri, aslında yaşamamıştır diyebiliriz. O kişi; çevresini duvarlarla örmüş, kendini sorgulamayan, kalıplarının dışına çıkamayan, yalnızca bedeniyle var olan bir esirdir. Kendi içine hapsolmuş bir esir...

İnsan, çoğu zaman tanıdığına, bildiğine ve anladığına daha yakın durur.

Ne de olsa insan bildiğinin dostu, bilmediğinin düşmanıdır.

Bu eğilim; farklılıklara karşı duruşumuzda, toplumsal ilişkilerde ve empati becerimizin gelişiminde belirleyici rol oynar.

Bilmek yalnızca akademik ya da teorik bilgiyle sınırlı değildir. Hayatı, insanı ve duyguları anlamakla ilgilidir. Gündelik yaşamda küçük gibi görünen birçok davranış — bir tebessüm, içten bir "geçmiş olsun" dileği, vedalaşırken edilen "hoşça kal" sözü — toplumsal bağları güçlendirir. Bu basit ama anlamlı eylemler, insanlar arasında görünmeyen köprüler kurar. Empati, bu sürecin merkezindedir. Ve çoğu zaman bilgiyle başlar. Bilinmeyen ise çoğunlukla önyargı doğurur. Bu yüzden öğrenmek, tanımak ve anlamak; barışçıl ve saygılı bir toplumun temelidir.

Yaşam başlı başına bir serüvendir. İnsan bu serüvene yontulmamış bir heykel gibi başlar. Her sorgulayış, her uyanış, her "biliş", hem ruha hem bedene işlenen birer çentiktir; tamamlanma yolculuğunun izleri…

Bu yolculuğu en sade ve en derin haliyle Mevlânâ şöyle özetler:

"Hamdım, piştim, yandım."

İnsanın değişim ve dönüşüm sürecini üç kelimeyle anlatır. Bilmekle başlayan süreç; anlamakla derinleşir, yanmakla olgunlaşır. Daha "insan gibi insan" olmamızın ve dünyanın daha yaşanabilir bir yer haline gelmesinin temeli işte bu farkındalıktadır.

 "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım;

Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz."

diyen Yunus Emre'nin çağrısı, sadece tanışmak değil, birbirimizi anlamak için güçlü bir davettir. Dünyadaki tüm iyi insanlar, aynı bahçenin farklı renk ve kokudaki en nadide çiçekleri gibidir.

Öyleyse bilmekle başlayalım…

Anlamakla devam edelim…

Ve insan kalalım.

Madem Aşık Yunus'u andık, o hâlde bu hafta bir kitap önerisinde bulunayım.  İskender Pala'dan OD. İçinde kaybolacağınız bir Yunus yolculuğu…



Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu

yaşını sordum bir giz gibi güldü

kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz

yüzüne baktım bir giz gibi güldü



bir asa vardı elinde

bir solmuş kırallığın

kadifeden harmanisi üzerinde

bir hititliydi o bir selçukluydu

bir ermeniydi bir kürttü

bir türk



yaşını sordum bir giz gibi güldü

koluma girdi bir soylu kadınca

tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini

beni tek gözlü sarayına götürdü

köy yapısı kulübesinin



zamanı onda yitirdim ben

yitik zamanlara onda eriştim

en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında

bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim.

Bülent Ecevit


 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.