HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

MİNİ MİNİ BİRLER, ENDİŞELİ VELİLER

25.09.2025 00:00
Ne yazık ki eğitim öğretim, günümüzde aileler için büyük bir kaygı unsuru haline gelmiştir. Artan okul maliyetleri, her geçen gün zayıflayan eğitim sistemi, kalabalık sınıflar, gün doğmadan okula gidip karanlıkta dönülmesi, hijyen ve güvenlik sorunları, içerik yetersizlikleri… Liste uzayıp gidiyor. Bu tablo, velileri canhıraş bir şekilde oradan oraya sürüklüyor. Herkes, evladı için en güvenilir ve en nitelikli okulu bulmaya çalışıyor.

Bu arayış sırasında çocuklarını özel okullara gönderen aileler çoğu kez haksız eleştirilerin odağı oluyor. Oysa hiç kimse çok yüksek eğitim ücretlerini statü kaygısıyla ödemez. Velilerin tek isteği, çocuğunu daha güvenli, daha düzenli ve daha nitelikli bir eğitim ortamına kavuşturmaktır.

Eğitim öğretim sistemi içerisinde en temel unsurlardan biri, öğretmenlerimizin niteliği ve motivasyonudur. İyi yetişmiş, mesleki gelişimleri desteklenen ve emeğinin karşılığını alan öğretmenler olmadan bu sistemin ilerlemesi imkânsızdır.

Özel okullara gelirsek; sermaye kuruluşlarıdır ve kar elde etmeyi hedeflerler. Salt bu açıdan eleştirilmesi doğru değildir. Ancak bu, denetimsizliğe ve keyfi uygulamalara göz yummak anlamına gelmemelidir. Tekstil, kırtasiye veya yan ürünler üzerinden ticaret yaparcasına bir yol izlemeleri kabul edilemez. Bu okulların asıl değeri; sunduğu imkânlarda, sağladığı eğitim ortamında ve elde ettiği akademik başarı hikâyelerinde saklıdır.

Toplum olarak en büyük sıkıntımız, bu sorunların çözümünü kimden talep etmemiz gerektiğini bilmememizdir. Oysa sosyal devlet düzeninde eğitimin öncelikli olması gerektiği açıktır. Çünkü nitelikli bir eğitim, sadece bireyin kişisel gelişimini değil; aynı zamanda toplumun sosyal ve ekonomik kalkınmasını da doğrudan etkiler. Sosyal devlet, fırsat eşitliği anlayışıyla her bireyin kaliteli eğitime erişimini güvence altına almak zorundadır. Eğitim, sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur.

Okullarda düzenleme gerektiren birkaç noktaya değinmek istiyorum:

Kıyafet Düzeni


Okullarda kıyafetin tipi ve rengi belirlenebilir (örneğin eşofman, pantolon, tişört), ancak aileler istedikleri yerden bu kıyafeti temin edebilmelidir. Okul, yalnızca kendi armasını kıyafetlere diktirerek öğrenciler arasında statü farkı oluşmasını engellemelidir. Bu sayede aileler gereksiz mali yük altına girmemiş olur ve çocuklar arasında eşitlik sağlanır.

Yemek ve Kantin Düzeni


Yemek menüleri, karbonhidrat-protein-yağ dengesi gözetilerek oluşturulmalı ve fiyatları makul olmalıdır. Özel okullarda yemek hizmeti ayrı bir ücret kalemi olarak belirlenmeli; isteyen öğrenciler bu hizmetten yararlanabilir, yemek hizmetini istemeyen öğrencilerden ise ücret alınmamalıdır. Kantinler, öğrencilere dengeli ve sağlıklı beslenme imkânı sunacak şekilde düzenlenmeli; abur cubur ürünleri sınırlı, taze meyve, süt ve dengeli atıştırmalıklar gibi seçenekler sunulmalıdır. Bu sayede öğrenciler hem sağlıklı beslenir hem de ekonomik olarak mağdur edilmez.

Servis Ücretleri


Servis ücretleri en azından alt-üst sınır olarak  belirlenmeli ve denetime tabi tutulmalıdır. Böylece aşırı yüksek fiyatların önüne geçilmiş olur .

Kitap Setleri


Devlet okullarındaki kitap setleri ivedilikle güncellenip yeterli düzeye getirilmelidir. Kolejlerdeki kitap setlerinin satışı okulların tek elinde olmamalı, veliler isterse dışarıdan temin edebilecekleri bir düzen kurulmalıdır. Bu sayede rekabet ortamı oluşur ve fiyat ile kalite dengesi sağlanır.

Erken Kayıt Uygulaması


Kolejlerde erken kayıt uygulaması devam etse de; öğrencinin kişisel, ailevi veya okulla ilgili haklı gerekçeleri varsa, kaydını iptal etmesi durumunda hiçbir ücret kesintisi yapılmamalıdır. Böylece haklı gerekçelerle kaydını iptal eden aileler mağdur edilmemiş olur.

Devlet okullarının ihtiyaçları tam anlamıyla karşıladığı, fırsat eşitliğinin sağlandığı ve ülkemizdeki okulların dünya çapında örnek gösterildiği bir eğitim sistemine ulaşmak en büyük dileğimizdir. Nitelikli bir eğitim, sadece bireyin değil, toplumun da gelişmesini sağlar; bu nedenle tüm paydaşların sorumluluk alması şarttır.


 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.