HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

KİLİMDEN GÜLPEMBE’YE, MAĞUSA’DAN SÜRGÜN’E

20.08.2025 00:00
Kanatlarımı açtım, ılık esen rüzgâra bıraktım kendimi. Kuş misali süzüldüm gökyüzünde; ruhum başka âlemdeydi, mest olmuştu sanki.

Beni bambaşka bir âleme taşıyan şey… bir türküydü: Fatih Kısaparmak'ın Kilim türküsü.

Her dizesi gönlüme dokunan bir nakış gibi ruhuma işledi.

 "Sevdiğine sözü olan bir kilim dokur, kilimin dilinden ancak anlayan okur"

Sanatla var edilmiş bir armağandan daha güzel ne verilebilir sevgiliye?

Her şey ehlinin elinde kıymetlidir; değer bilmezin elinde en muhteşem eser bile ziyan olur.

Âşık Veysel'in dediği gibi:

"Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa…"

Onun ve ilk eşinin hikâyesini bilirsiniz. İnsan olmak, seven olmak; bazen yüreğinize taş basmayı ama asla bir can yakmamayı gerektirir.

İyiliğe iyilik her kişinin kârıdır, kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.

Veysel'in gözünde aşk, karşılıksız bir armağandı.

Biz ise o derin bakış açısını kaybettik.

Neredeydi bu zaman ötesi aydınlık bakış? Neredeydi günümüze kadar uzanan, her biri diğerinden daha vahşi kadın cinayetleri?

Sevgiye karşılık beklemek, bu hissi layıkıyla anlayamamak demekti; günümüzde kadının maruz bırakıldığı zulmün başlıca sebeplerindendi.

Her his, her nakış, her renk, kilim gibi dokunur ruhumuza.

Belki de türkülerimiz, kilimlerimiz, yani sanatımız, içimizdeki sevgiyi hatırlatan birer aynadır.

Kilim türküsünü dinleyince, zihnimizde canlanan ile ardındaki hikâye neredeyse birebir örtüşür.

Hikâyesini bildiğim köyü, şehri, insanı ve şarkıyı da daha çok severim.

 "Benim Meskenim Dağlardır"ı dinlerken Sabahattin Ali'nin yaşamında ve kitaplarında kaybolurum.

Barış Manço'nun Gülpembe'sini dinlediğimde, hayalimde onları babaannesiyle birlikte cennette buluştururum.

Ve sonra bir hüzün çöker içime… Çünkü ben babaannem için böylesine güzel dizeler yazamadım.

Kul Ahmet'in Ceketi veya Halil İbrahim Sofrası'nı dinlemek, büyüklerden nasihat almak kadar kıymetli bir şanstır.

Şarkıların ve türkülerin evrensel, zaman ötesi toplumsal mesajlar verebilmesine hayretle bakarım.

Bazı şarkıların hikâyesi öylesine yoğundur ki, ikinci hikâyenin yangını ilkininkini hafifletir.

Mağusa Limanı'nı ne zaman dinlesem, hikâyesi düşer gözümün önüne, içim titrer.

Ama artık… bir hançer saplanıyor yüreğime. Aybüke öğretmenin sesi çınlıyor kulaklarımda.

Henüz geçen zaman dindiremedi bu yaranın acısını.

Kim bilir kaç körpe fidana türkü sevdirecekti.

Türkü seven çocuklar, yaşamı da yaşatmayı da ne güzel ezgilerle anlatacaklardı.

Olmadı… Türkü yakmak öyle kolay mıydı? Önce içten içe yanmak lazımdı.

Güzel Aybüke öğretmen… Kısacık hayat yolculuğunda hem güzel bir türkü hem de bizleri yaktın.

Bazı türküler yarayı unutturur, bazılarıysa yaranın kendisi olur.

Aybüke öğretmen ve hikâyesi benzer nice fidanlar için bugün Sürgün dinleyeceğim.

Burada parlamanıza izin vermediler… Gittiğiniz yerde nurlarda olun.

Türküler, acılarla yoğrulsa da yaşatmaya devam eder bizi; çünkü içinde sevdanın, özlemin ve insan olmanın sesi vardır. Türküler susmaz, çünkü insanın yüreği susmaz.

Sizide derinden etkileyen, anısı olan şarkılar, türküler var mı? Bilmeği çok isterim.



Haftanın kitabı :Kürk Mantolu Madonna

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yayımladığı bir romanıdır. Kitapta dokunaklı bir aşk hikâyesi anlatılmaktadır. Sabahattin Ali, başyapıtı Kürk Mantolu Madonna'da, geçmişin günlüklerinden dirilerek günümüze uzanan ölümsüz bir aşk öyküsü anlatır. Kendini bu hayatta yalnız kabul eden bir adamın sergide gördüğü bir portreyle başlayan aşkı, tutkulu bir arayışa dönüşerek hayatında silinmez bir iz bırakacaktır. Hem diğer romanlarında hem de öykülerinde genellikle umutsuzluk, yalnızlık, kaçış gibi psikolojik temaları derinlemesine işleyen Sabahattin Ali'nin (Korkmaz 1997) Kürk Mantolu Madonna eseri ise başlı başına bir psikolojik roman olarak kabul edilebilir.

Olay Örgüsü: Romanda Raif Efendi Maria Puder'a âşık olur ve olay örgüsü de bunun etrafında şekillenir. Raif Efendi'nin tedavi olduğu esnada ve hayatının kalanında yaşadığı deneyimlerinin anlatıldığı romanda esas unsur Raif Efendi'nin kendi iç dünyasında yaşadığı değişimdir.





Uyum

Boşluğa bulut buluta yağmur

Yağmura toprak ne güzel uymuş



Gündüze güneş güneşe tarla

Tarlaya başak ne güzel uymuş



Başağa buğday buğdaya insan

İnsana emek ne güzel uymuş



Emeğe eylem eyleme yürek

Yüreğe sevgi ne güzel uymuş

                      Bülent ECEVİT

 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.