HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

KENDİ GÖZÜNLE GÖR, KENDİ AKLINLA DÜŞÜN

02.10.2025 00:00
"Bir şeye yasak koymak, o şeye duyulan ilgiyi artırır." (Konfüçyüs)



Geçmişte ve günümüzde görüldüğü gibi, yasaklarla kurulan düzenler genellikle başarıya ulaşmamıştır. Örneğin, İran'da kadınlara yönelik kılık kıyafet yasakları protesto ve direnişleri beraberinde getirmiş, topluma ayrışma ve huzursuzluktan başka bir şey kazandırmamıştır.

Benzeri ne yazık ki ülkemizde de yaşandı. Gençlerin en temel hakları ellerinden alındı; uzun yıllar boyunca kendi vatanlarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Başörtüsü yasağına maruz kalan vatandaşlarımız, ağır hak ihlallerine uğrayarak incitildiler. Ancak rüzgâr tersine döndüğünde, geçmişte yaşadıkları baskılar onları başkalarının uğradığı haksızlıklara karşı sessiz kıldı. Yani yasaklar bir kazanım sağlamadı, tam tersine toplumsal duyarsızlık doğurdu.

İnternet ve sosyal medya yasakları da benzer şekilde sonuçsuz kaldı. VPN ve alternatif yollar sayesinde iletişim devam etti. Yıllar önce Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılara ve bazı filmlere getirilen yasaklar da bu kişilerin değerini azaltmadı; aksine daha çok gündeme taşıdı. Çünkü sanat, inanç, yaşam biçimi ve fikirler beton duvarlarla sınırlanamaz.

Severek dinlediğim bir sanatçının son şarkısı tartışmalara ve soruşturmaya konu oldu. Bu şarkısını beğenmedim; fakat yasaklama girişimine kesinlikle karşıyım. İnsanların neyi dinleyip izleyebileceklerine kendilerinin karar vermesi gerektiğine inanıyorum. Çözüm yasaklarda değil; ailede ve okulda değerlerin anlatılması, öğretilmesi ve içselleştirilmesindedir.

"En güzel yaşam benimki, en kutsal inanç benimki, en doğru fikir benimki" düşüncesi yanlıştır. Çivi gibi çakılmış, yani katı ve değişmez fikirlere saplanmak tehlikeli bir tutumdur. Konfüçyüs der ki: "Gerçeği arayanlarla birlikte ol; hakikati bulduğunu iddia edenlerden uzak dur." Bu öğüt, hoşgörü ve açık fikirli olmanın önemini vurgular.

Toplumumuzda insanlar -konu özellikle inanç olduğunda - çoğu zaman fevri tavırlar sergileyip kolayca galeyana getirilebiliyor. Bu yüzden hassas konularda devletin, basının ve bireylerin çok daha dikkatli olması gerekir. Küçük bir ihmal bile, kelebek etkisiyle büyük felaketlere yol açabilir. Madımak olayı bunun en çarpıcı örneğidir. Hoşgörüsüzlük ve önyargılar bir araya geldiğinde, trajediler kaçınılmaz olur.

Günümüzde de benzer hassasiyetler var. Bir eğlence programındaki şaka, bir hadisle ilişkilendirilerek soruşturma konusu yapılabiliyor. Bu durum, özgür düşünce ve mizahın ne kadar kolay cezalandırma zeminine dönüşebildiğini gösteriyor.

Kendi aklını kullanmayan, dünyayı başkasının gözüyle görür, başkasının aklıyla düşünür. Toplum olarak bunu reddetmeli; gelenek, görenek ve inançlarımızla çelişen konularda kendi gözümüzle görmeli, kendi aklımızla düşünmeliyiz.

Kısaca, birilerinin tercih ve yasaklarıyla değil; özgür irademizle tavır almalı, duruş sergilemeliyiz. Elbette ki bütün bunlar, insan hak ve özgürlükleri ile hukukun çizdiği sınırlar içerisinde olmalıdır.






 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.