HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 28 KASIM 2025, CUMA

ÇOCUKLUĞUN KIRIK DEFTERİ

27.11.2025 00:00
Türkiye'de çocukların yaşadığı sorunlar yalnızca istatistiklerden ibaret değil; her bir rakamın arkasında ömrü daha başlamadan yaralanmış bir hayat, yarım kalmış bir umut ve sessizce büyüyen bir acı var. Bu ülkenin çocukları, çoğu zaman kendi çocukluklarını yaşayamadıkları bir gerçeğin içine doğuyor. Eğitim hakkı elinden alınan, okul yerine tarlaya gönderilen, kalem yerine kürek tutmak zorunda bırakılan milyonlarca çocuğun hikâyesi, toplumun en ağır yüklerinden biridir.

Çocukların yaşadığı sorunları konuşurken genellikle iyimser cümlelerin arkasına sığınıyoruz. Oysa gerçek çok daha sert, çok daha acı ve çok daha derindir. Ülkenin geleceğini belirleyecek olan çocukların büyük bir kısmı, ya okuyamıyor ya da okurken bile hayata bir adım geriden başlıyor. Bazıları okulun kapısından hiç giremiyor, bazıları da girdikleri okuldan yoksulluk yüzünden kopmak zorunda kalıyor. Bu tablo yalnızca bir eğitim sorunu değil; büyük bir toplumsal çürümenin, ihmalin ve adaletsizliğin fotoğrafıdır.

Türkiye'de eğitim hakkına ulaşamayan ya da ulaşıp tamamlayamayan çocukların sayısı azımsanmayacak kadar yüksek. Kırsal bölgelerde, mevsimlik tarım işçisi ailelerin çocukları, göçebe yaşamın içinde okula devam edemiyor. Şehirlerde ise yoksulluk ve sosyal sorunlar çocukların eğitim hayatını bir lüks haline getiriyor. Bazı çocuklar okula başlıyor fakat bir süre sonra ailelerinin geçim derdine destek olmak için eğitim hayatını bırakmak zorunda kalıyor.

Okula giden çocuklar bile eşitsizliğin ağır yükünü taşıyor. Yetersiz öğretmen kadroları, kalabalık sınıflar, donanımı yetersiz okullar ve fırsat eşitsizliği, çocukların eğitim yolculuğunu daha başlamadan sekteye uğratıyor. Bir şehirdeki çocuk kodlama öğrenirken, başka bir şehirdeki çocuk ders kitabına ulaşamadığı için okuma yazmayı bile tam öğrenemiyor.

Eğitim sistemi, bazı çocukları hayata hazırlarken bazılarını kaderine terk ediyor. Bu eşitsizlik büyüdükçe toplumun geleceği de kararıyor.

Çocuk yaşta çalışmak zorunda kalan çocukların sayısı her geçen yıl artıyor. Çocuk işçiliği, bu ülkenin en acı gerçeklerinden biri haline gelmiş durumda. Sokaklarda mendil satan, trafikte cama koşan, sanayide tornanın başında duran, tarlada kavurucu güneş altında çalışan çocuklar, çocukluklarını kaybediyor.

Bazı çocuklar sabah okul çantasını değil, ekmek parası peşine düşmek için sepetlerini hazırlıyor. Kimi 10 yaşında ağır makinelerle tanışıyor, kimi elleri çatlayana kadar tarlada çalışıyor. Çocukların omuzlarına yüklenen bu ağır sorumluluk, onları yalnızca eğitimden koparmıyor; aynı zamanda ruhsal ve fiziksel gelişimlerini de ciddi şekilde zedeliyor.

Toplumun ve devletin göremediği bu küçük bedenler, aslında büyük bir ekonomik çöküşün, sosyal adaletsizliğin ve ihmalin canlı tanıklarıdır.

Okuyamayan her çocuk, toplumun eksilen bir umududur. Bazı çocuklar ailesinin ekonomik durumu nedeniyle lise eğitimini bile tamamlayamıyor. Üniversite hayali kuranların büyük bir kısmı maddi imkânsızlıklar nedeniyle o hayali daha başlamadan bırakıyor.

Birçok çocuk için eğitim, geleceğe açılan kapı değil; geçim sıkıntısı nedeniyle kapanan bir kapı haline dönüşüyor. Bir çocuğun okuyamaması yalnızca bireysel bir kayıp değildir; o çocuğun gelecekte dokunacağı hayatların da yok olması demektir. O çocuk öğretmen olamayacak, doktor olamayacak, mühendis olamayacak. O çocuk içindeki yeteneği ortaya çıkaramayacak. Çünkü ona fırsat verilmedi.

Çocukların yaşadığı en derin travmalardan biri de istismar ve şiddet. Evde, okulda, sokakta ve dijital ortamda çocuklar ciddi risklerle karşı karşıya kalıyor. Ne yazık ki bazı çocuklar, en güvende olması gereken yerlerde bile yaralanıyor.

Cezasızlık, toplumsal sessizlik ve duyarsızlık bu acıların büyümesine neden oluyor. Çocukların yaşadığı travmalar ömür boyu kapanmayan yaralara dönüşüyor.

Sokakta büyüyen çocuklar ise toplumun en yaralı yüzü. Ailesi olmayan, ihmal edilen, suça sürüklenen ya da ekonomik gerekçelerle çalıştırılan bu çocuklar, soğuk kaldırımları yastık yaparak uyuyor. Onlara bakınca yalnızca bir çocuk değil, toplumun vicdanında büyük bir boşluk görüyorsunuz.

Bütün bu sorunlar göz önüne alındığında, Türkiye çocuklar konusunda büyük bir sınav veriyor. Eğitim politikaları güçlendirilmeden, çocuk işçiliği engellenmeden, sosyal destek mekanizmaları büyütülmeden ve çocuk odaklı bir adalet sistemi kurulmadan bu sorunlar çözülmeyecek.

Bir ülkenin gerçek kalkınması, gökdelenlerinde değil, çocuklarının yüzündeki gülümsemede ölçülür. Her çocuğun eşit, güvenli, sağlıklı ve umut dolu bir geleceğe sahip olması, bir tercih değil mecburiyettir.

Çocukları görmezden gelen bir toplum, geleceğini karanlığa mahkûm eder. Bu nedenle yapılacak ilk şey, çocukların sesini gerçekten duymaktır. Çünkü çocukların sessiz çığlıklarını duymadan hiçbir başarı gerçek değildir.

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•ÇOCUKLUĞUN KIRIK DEFTERİ 27 00:00:00.11.2025
•Yerel Yönetimler ve Yönetim Kalitesinde Derin Açık 19 00:00:00.11.2025
•10 Kasım Bir Milletin Hafızasında Ölümsüzleşen Lider 10 00:00:00.11.2025
•TARIMDA AZALAN GENÇ NÜFUS: TOPRAĞIN GELECEĞİ TEHLİKEDE 05 00:00:00.11.2025
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.