HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 28 KASIM 2025, CUMA

Uyuşturucu ile çürütülen nesil. .

02.10.2025 00:00
‎Resmî veriler bile bu çürümeyi gizleyemiyor. 2024 yılında uyuşturucu bağlantılı suçlara sürüklenen çocuk sayısı 16 bin 563. Yani her gün onlarca çocuk, bağımlılığın ve suçun pençesine itiliyor. Daha da vahimi, bu rakam bir önceki yıla göre %92 artış göstermiş durumda.

‎Bu sadece bir istatistik değil; birer çocuk, birer gelecek, birer hayat demek. Çocukların daha oyun çağında uyuşturucuya bulaştırılması, aileden okula, devletten topluma kadar zincirin her halkasında büyük bir çürümenin göstergesi.

‎Sorulması gereken asıl soru şu;

‎Bu çocuklar nerede, kimlerin elinde, hangi sokaklarda kayboluyor?

‎Kimler bu zehri onların önüne koyuyor, kimler göz yumuyor?

‎Devlet kurumları, yerel yönetimler, okullar ve aileler bu tablo karşısında neden hâlâ sessiz?

‎Uyuşturucu sadece bireyi değil, bütün toplumu kemiren bir virüs. Çocuklarımız üzerinden bir gelecek gaspı yaşanıyor. Eğer bugün bu tabloya isyan edilmezse, yarın çok geç olacak.

‎Bu ne demek biliyor musunuz? Her gün onlarca çocuğumuz, daha hayatın başındayken, suçun, bağımlılığın ve çürümüşlüğün kucağına itiliyor. Çocuk dediğimiz şey, yarının umudu değil miydi? O umut şimdi uyuşturucu bataklığında çırpınıyor.

‎Soruyorum;

‎Bu çocuklara uyuşturucuyu kim satıyor?

‎Hangi mafya, hangi örgüt, hangi karanlık eller bunların arkasında?

‎Emniyet, Milli Eğitim, belediyeler, aileler, yani "devlet" dediğimiz yapı nerede? Ne gibi önlemler ve çalışmalar yapılıyor? Bu konuda kamu oyunun sürekli aydınlatılması ve okullarda çalışmalar yapmaları gerekiyor.

‎Eğer bir ülkede çocuklar uyuşturucuya bulaşıyorsa, o ülke çürüyor demektir. İstatistikler sadece soğuk birer sayı değil, çalınan hayatların resmi. Çocuklarımızın geleceğini koruyamayan bir toplum, aslında kendi geleceğini de koruyamaz.

‎Bugün ses çıkarmazsak, yarın elimizde sadece kaybolmuş bir nesil kalacak.

‎Ya bu çürümeye dur diyeceğiz, ya da çürümenin enkazı altında hep birlikte kalacağız.

‎Bu tablo sadece Türkiye'nin değil, Orhangazi'nin de geleceğini tehdit ediyor. Çünkü büyük şehirlerde yaşanan her çürüme, kısa süre sonra ilçelerin sokaklarına da sızıyor. "Bize uğramaz" diyerek kafamızı kuma gömmek, çocuklarımızı göz göre göre ateşe atmaktan başka bir şey değildir

‎Uyuşturucu sadece bireyi değil, bütün toplumu çürüten bir bela. Çocuklarımız üzerinden oynanan bu kirli oyuna sessiz kalmak, geleceğimizi kendi ellerimizle karartmak demektir.

‎Orhangazi bu konuda ya harekete geçecek ya da uyuşturucu bataklığına sürüklenen bir neslin utancını taşıyacak. Başka yolu yok!

‎Bu sadece büyük şehirlerin değil, Orhangazi'nin de sorunu. Çünkü İstanbul'da, Bursa'da yaşanan her çürüme er ya da geç Orhangazi'nin sokaklarına da sızıyor. "Bizim ilçemizde olmaz" diyerek susmak, çocuklarımızı göz göre göre ateşe atmaktır.



GÜNÜMÜZ EĞİTİM SİSTEMİNDEN ÇIKAN NESİL

‎Çok şeye ihtiyacı olup bunun için hiç bir şey yapmayan nesildir. Son zamanlarda "aman ergendir" diyerek hiç bir sorumluluk yüklemediğimiz gençler günden güne erir ve toplum için de kaybolmaya başladılar.Bunun sancısı olarak da gençler kendilerini o veya bu şekilde göstermeye toplumda var olduklarını bildiriyorlar ama şu an ki eğitim sistemi içerisinde bulunan gençler kendilerini sadece kötü bir şekilde lanse ettirerek "buradayım" diyor. Bir çok öğretmenden ve eğitimciden de duyduğumuz gibi geleceği şekillendirecek bireyler şuan vahim durumdalar. Bir çoğu madde bağımlılığının pençesinde.Sigara olarak düşünmeyin, sigarayı sen bende içiyoruz diyen bir toplumda olduğumuzu unutmayalım ve terbiye olarak ailelerden okullara gelen gençler sıfıra yakın düzeyde yada bir kaç öğrenci yüzünden belli bir süreden sonra tüm bir sınıf sıfır düzeyine çekiliyor artık diğer öğrenciler de bıkıyor, usanıyor bir nevi duygusal tacize  uğruyorlar. Bu kişileri özendirecek iyi örnekler hayatımızın içinde olmadığından dolayı gençlere çok uzak bir hedef hatta imkansız olarak gözükmektedir. Bugün sadece okulun ve ailenin ekseninde kalmayan çocuklar ve gençler etrafında bulunan gerekli ve gereksiz tüm kişilerle ve nesnelerle iletişim halinde. Eğitim sistemi içinse X ülkede şu şekilde ve iyi işliyor al bizim ülkeye de getir ve uygula diyebilecek kadar da lüksün içerisindeyiz. İnsanlarımızın ne kadar yozlaştığı, aymazlığı ve pişkinliği görülmüyor mu? Etik kuralları hiç sayan ulu orta kanser hücresi gibi gezen insanları göremiyor muyuz? İşte bu insanlardan bazıları da okullarda, servislerde, sanal alemde ve bu insanlar bir nebze iyi sayabileceğimiz diğerlerini kötü bir şekilde etkilemiyor mu? Artık okullarda insan seslerinden çok hayvan sesleri çıkıyor bu çocuklar neden havyan gibi ses çıkarıyor? "neden" sorusunu soramayan çocukları biz hangi ara meydana getirdik? Bizlerde de sizlerde de ufakta olsa sorumluluk var. Bu neslin vereceği zararı yine biz bir şekilde çekeceğiz. Kopyala-yapıştır eğitim sistemi olmuyor ve bu gidişle de olmayacak.



BİR DESTAN DAHA YAZILDI

‎İngilizler İstanbul'u tek kurşun atamadan terk etti.

‎Galatasaray, Liverpool efsanesini yerle bir etti!

‎​Bu sadece bir galibiyet değil, bir güç gösterisiydi. 90 dakika boyunca rakibimize nefes aldırmadık, futbol dersi verdik! İstedik, savaştık ve EZDİK! Avrupa'nın devine karşı gösterilen bu dominasyon, tarihin altın sayfalarına adını yazdırdı.

‎​ASLAN SAHADA, AVRUPA AYAKTA! Dünya ayakta.

Türkiye'de futbolun sadece kavgalarla, hakem tartışmalarıyla, tribün olaylarıyla anılmadığını; gerektiğinde dünya devlerinin de dize getirilebileceğini gösteren bir gündü bu.

Belki de en güzeli şuydu: Bu gece herkes, sarı-kırmızı ya da başka renklere bakmadan, bu topraklardan çıkan bir takımın Avrupa'da neler yapabileceğini gördü.

 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Öğretmenevi peşkeş iddialarına karşı susamazsınız! 27 00:00:00.11.2025
•MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLAMAK 10 00:00:00.11.2025
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.