HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 27 KASIM 2025, PERŞEMBE

Muharrem Değirmen ve ÇPL

05.08.2025 00:00
Bir okulun temeli sadece harçla, tuğlayla atılmaz. O temelin içine umut karışır, sevda karışır, gelecek karışır. Ve bazen bir insanın adı, bir okulun duvarlarında değil, yüreklerde yer eder. Tıpkı Muharrem Değirmen gibi...

‎Neden Muharrem Değirmen gibi dedim. Şöyleki yıllardır tanırım Muharrem Değirmeni. Hep Eğitim camiası ile iç içe olmuştur.Okulların başarılarını hep yerel basında gündemde tuttuğu gibi eksiklikleri de zaman zaman yazmiştır ve gündeme getirmiştir. Biz eğitimcilere motivasyon anlamında çok büyük destekleri olmuştur.

‎Özellikle şimdiki orhangazi ortaokulu olarak kullanılan binanın  sürekli gazete gündemine taşıyarak Çok programlı lise olarak yapılmasında  çok büyük emekleri vardır. O yıllarda çok programlı lisede müdür olarak görev yaparken öğrenciler sayılarına göre binanın yeterli olmadığını ve okul yapılması gerektiğini gündeme getirip siyasi idarenin dikkatini çekmesini rica etmiştim kendisinden. O da konuyu gazetesinde  her hafta gündeme taşıyarak  hedefe ulaşılmasını sağladı.

‎Bugün kapılarını öğrencilere açan bu okul, sadece bir eğitim yuvası değil, aynı zamanda bir hayalin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Ve o hayalin ardında en çok çabalayan, en çok ter döken, en çok inanan insanlardan biri şüphesiz Muharrem Değirmen'dir.

‎Kimsenin elini taşın altına koymaya cesaret edemediği zamanlarda o öne çıktı.  Manevi her türlü desteği vererek bu okulun yapımında önemli bir rol üstlendi. Çünkü onun derdi sadece bir bina değil, çocukların geleceğiydi.

‎‎Okulun her köşesinde onun emeğinin izleri var. Sınıf kapılarında, öğretmenler odasında, bahçede oynayan çocukların neşesinde...

‎Bu yüzden sadece bir "teşekkür" yetmez. Bu yazı, aynı zamanda bir vefa borcudur. Çünkü toplum olarak en büyük eksiğimiz, hatırlamayı bilmemek. Ama biz unutmuyoruz. Bu okul varsa, bu ışık yanıyorsa, bunda Muharrem Değirmen'in büyük payı var.

‎Teşekkürler Muharrem Değirmen…

‎Bu topraklarda iyilik, sizin gibi insanların adını taşıyor.



EĞİTİMDE NEREDEN NEREYE?..

Bir zamanlar öğrenciydik. Tahtaya kalkmak büyük cesaret isterdi, öğretmenin gözüne bakmak bile ayrı bir sınavdı. O dönemlerde öğretmen sadece ders anlatan bir kişi değildi; okulun sultanı, sınıfın hâkimi, toplumun öncüsüydü. Öğretmen konuştuğunda herkes susar, söylediği her söz tartışmasız kabul görürdü. Çünkü o dönem "öğretmen kraldı."

‎O günlerin öğrencileri şimdi öğretmen. Ancak sınıfa girdiğimizde anlıyoruz ki taht artık bizim değil. Şimdi "öğrenci kral." Üstelik sadece kral değil, aynı zamanda yargıç, eleştirmen, şikâyetçi ve zaman zaman cellât. Eskiden öğretmen yeri geldiğinde bir bakışıyla sınıfı derleyip toparlardı. Şimdi bırakın bakışı, haykırsa bile dönüp bakan yok.

‎Bir nesil, öğretmenin otoritesinden şekillendi. Şimdi bir başka nesil, otoritenin yokluğunda şekilleniyor. Disiplinin, saygının ve emeğin anlamı kayboldu. Öğrencilerin sorumluluk almadığı, öğretmenin sorumluluk altında ezildiği bir döneme girdik.

‎Bir öğrenci ödevini yapmaz, derse hazırlanmaz, sınıfta saygısızlık yapar. Uyarırsınız. Sonra bir bakarsınız, veli kapıda. Öğretmen hesap veriyor: "Çocuğumun motivasyonunu düşürmüşsünüz!"

‎Okul idaresi öğretmeni değil, veliyi memnun etmek zorunda. Çünkü sistem veli odaklı. Öğretmen artık "eğitimin öznesi" değil, "sistemin suçlusu." Her şikâyetin muhatabı. Her başarısızlığın bahanesi.

‎Bize deniliyor ki: "Çocukları kırmayın." Oysa biz kırılarak büyüdük, ama sağlam durmayı öğrendik. Şimdi kimse kırılmıyor, ama herkes dağılmış durumda.

‎Bugün çocuklar bir telefonla öğretmeni şikâyet edebiliyor. Sosyal medyada linç edebiliyor. Medya bir olayı bağlamından koparıp öğretmeni manşete taşıyor. Kimse sormuyor: Bu öğretmen neden sesini yükseltti? Neden sabrı taştı? Neden pes etti?

‎Eğitim sistemi; saygıyı, emeği ve sabrı değil; konforu, şımarıklığı ve sorumsuzluğu ödüllendiriyor. Öğrenciye bir sınır çizmek artık suç gibi. Öğretmen ise sınıfın ortasında yalnız, çaresiz ve kırgın.

‎Bir dönem vardı ki öğretmenin imzası, kaymakamın imzası kadar değerliydi. Şimdi bir öğretmenin imzası, e-Devlet şifresine bile yetmiyor.

‎Bu tabloyu değiştirmedikçe, eğitimde kaliteyi konuşmamız hayal. Çünkü sınıfın kralı bilgi değilse, eğitim çöker. Çünkü tahtta oturan kişi sorumluluk taşımıyorsa, gelecek yok olur.

‎Unutmayalım: Öğrenciyi eğiten öğretmendir. Ama öğretmenin elinden yetkiyi, saygınlığı ve huzuru alırsanız; geriye sadece kaos kalır.



HAFTANIN KONUSU…

Dedem Abdülhamit, kurban olduğum kalk kalk.

Torununun üniversite diploması sahte çıkmış kalk.

Lannn dedeniz Abdülhamit'in torunu bir gecede cahil kaldı :))

Dedesinin mezar taşını şimdi nasıl okuyacak.



SAHTE DİPLOMA CENNETİ TÜRKİYE.

30 yıla yakın idareci olarak çalıştığım süreyi göz önüne aldığımda yüzlerce binlerce kişiye diploma düzenleyebilir ve bu durumdan korkunç derecede menfaat de sağlayabilirdim. Sistem buna çok müsait. Ama aldığıımız devlet terbiyesi ve inancımız asla buna müsade etmez ve etmedi de.

‎Bu ülkede artık "diploma" kelimesi, bilgiye, emeğe ya da öğrenmeye değil; torpile, sahtekârlığa ve yüzsüzlüğe işaret eder oldu.

‎Artık ne mezuniyet törenlerinde atılan kepler anlamlı, ne de duvarlara asılan belgeler onurlu. Çünkü ilkokuldan başlayıp üniversiteye kadar uzanan bir "sahtecilik zinciri" var. Ve bu zincirin her halkasında bir kurumun, bir yöneticinin, bir görmezden gelenin eli var.

‎Kimse ilkokula gitmeden ortaokul diploması almazdı eskiden. Şimdi, ilkokul kaydı bile olmayan birinin liseyi bitirdiğini belgeleyen "resmi evrak"lar mevcut. Hatta bu kişiler üniversite sınavına girip, akademik kariyer bile yapabiliyor! Bazısı vali yardımcısı oluyor, bazısı belediyede daire başkanı. Kimisi de elini kolunu sallayarak milletvekili sıralarına oturuyor.

‎Devletin arşivlerinde izi olmayan insanlar, halkın vergileriyle maaş alıyor. Eğitim sistemi bir tiyatroya dönüşmüş: sahte oyuncular, sahte sahnede, gerçek çocukların geleceğini oynuyor.

‎Ve en korkuncu şu: Sahte diplomalar sadece bir kişiye ait bir utanmazlık değil. Bu, sistematik bir organizasyon. Aracılar var. Okul müdürleri, milli eğitim memurları, hatta bazı üniversite personelleri bu kirli çarkın bir parçası. Sahte notlar, sahte staj belgeleri, sahte mezuniyet törenleri…

‎Ve sonra dönüp öğrencilere "çalışın, derslerinize önem verin" deniliyor.

‎Hangi yüzle?

‎Eğer bu ülkede gerçekten adalet olacaksa, önce "diploması sahte olanların değil, alnının teriyle diploma alanların" yanında yer almak zorundayız. Aksi takdirde, bu sahte eğitim zinciri sadece sistemi değil; ahlakı, liyakati ve geleceğimizi çürütür.

‎Bu bir macera değil.

‎Bu bir rezalet.

‎Ve bu rezaletin üstü örtüldükçe, diplomasız cehalet değil; diplomalı sahtekârlık kazanıyor.

‎Şimdi orhangazideki sahte diploma ile devletin kurumlarını işgal eden kim bilir kaç kişi var. Yetkililer incelesin bulsun diyecegim ama o yetkililerinde diplomalarının sahte olmayacağı ne malum.

‎Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık misali. . .



 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Öğretmenevi peşkeş iddialarına karşı susamazsınız! 27 00:00:00.11.2025
•MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLAMAK 10 00:00:00.11.2025
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.