HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 18 KASIM 2025, SALI

Değerleri bayraklaştırdı

14.04.2023 00:00
Toprak kurumuş… Çatlamış… Tane yetişmez durumda iken yağmur beklersiniz... Rüzgâr beklersiniz… Güneş beklersiniz… Hayat veren su beklersiniz...

Yıl 1983. 

Beykoz'da İcmal Dergisi'nin temsilcisi olarak çalışmaları başlattık. Katılım her geçen gün çoğalıyordu. 

Trabzon Akçaabat Şehitlik tepesinden çıkan fikir ve gönül pınarı, bir anda vatan sathını kapladı.

1985 yılında askere gidecektim. İstanbul Aksaray'da İcmal Gençliğinin programı vardı. Konuşmalar, şiirden sonra Haydar Baş Hoca son konuşmacı olarak sahneye çıktı. Takriben 37 yaşlarında... Darmadağınık fikirleri deste deste topluyordu. Konuşma sonunda bir bayrak hediye edildi. Bayrağı açtı başı üzerine örttü. Eli ile yüzüne sürdü.

Sonra, "Bu bayrak nedir, bilir misiniz?" Diyerek kısa bir konuşma yaptı. "Bayrak namustur. Bayrak şehitlerin kanını temsil eder. Bayrak bağımsızlıktır…"

Şu an her sözünü hatırlamıyorum. O gün benim, kimliğimi yazdı. Sonra birer birer taşları ördü. İman ne demek, kulluk, vatan, anne, baba, kardeşlik, aile, evlat ne demek, ahlak nasıl yaşanır bunları süt emen çocuğun gıdası gibi veriyordu. Bizleri değerlere aşık ediyordu.

İcmal, Öğüt, Mesaj dergileri, Kur'an ifadesi ile "kuvvetler hazırla" anlamının gereği idi. 

Mesaj TV, Meltem TV, Köy TV başta olmak üzere, Yeni Mesaj Gazetesi, ölmez eserleriyle, üniversite düzeyinde, arzu ettiği kamil insan modelini yetiştirdi. 

Gönül insanı, maneviyat büyüğü olarak bahçıvan misali, gencini, yaşlısını korudu kolladı.

Bir hekim, bir öğretmen mahareti, nezaketi ve nezafeti ile başardı.

Bir baba gibi doğru ve yanlışı yıllar öncesinden görüp ayıktırdı.

Alim, arif, hoca, bilge, ledün ilim sahibi, hatip, kusursuz vaiz idi. İlimlerin toplandığı müceddid idi.

Özgürlük savaşçısı idi. Haksızlığa kim uğrasa yanında olurdu. Atatürk gibi fikri hür iradesi hür bireyler yetiştirdi. 

İlme, sanata, ilerlemeye, kalkınmaya açık, kendine ait tezleri olan, aydın ufuklar saçan, öngörüsü yüksek düzeyde aydınımızdı.

Yüksek İslâm Enstitüsü yıllarında, Hacı Mustafa Hayri Öğüt ile tasavvufi yolunu ikmal etti.

Güncel mevzuları, değişen fikirleri, dünyada olup bitenleri dikkatle takip eder tedbirler alır tehlikelerden haberdar ederdi.

İman ve insan davası için verdiği mücadelede başarılı oldu.

"Ben sizin yerinize dünya ile savaşıyorum" dedi. Savaştı. Tek başına zafer kazandı. Allah'ın rızasını kazandı. Kurtuluş gemisi Ehl-i Beyt'i ve on iki imamın sırrını, mücadele ve sevdasını kazandı.

Öncü oldu. İlkleri kurdu. Bu sebeple kurucu lider oldu.

Dini ve milli kimliği ortaya çıkarmak, toplamak, ayağa kaldırmak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra hoca Atatürk'e, Prof. Dr. Haydar Baş Bey'e nasib oldu.

Türk örf ve âdetine, tarih ve heybetine sahip çıkan Bilge Kaan idi. Ahmet Yesevi'nin alperenlerini yetiştirdi.

"Anadolu'nun genelkurmay başkanı" dediği Hacı Bektaş Veli'nin, birlik ve beraberlik misyonunu, gönüllerin fethini başardı. Örnek kişilik olarak tarihe geçti.

Allah, böyle kullarını seçer. Onları korur. İrşad ehli böyle olunur. Kalplere etki etsin. İnsanları doğru yola çağırsın.

Hadis-i şerifte, "Alimler peygamberlerin vârisleridir" buyrulur.

Elbette vefatı bizleri derinden sarstı. Kur'an-ı Kerim'in beyanı ile; "Onlara bir ıstırap gelip çattığında şöyle derler: Biz Allah içiniz ve sonunda O'na dönüp gideceğiz." (Bakara, 156). 

Muhterem Hocamız, "Benim davam gönüllerde hakkı iktidar etme davasıdır" dedi. 

Hz. Musa'nın (a.s) asası karşısında yıkılan bâtıl, Prof. Dr. Haydar Baş ile yıkıldı.

Yezid'ler kudursa da, O, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı gibi "Hak bildiği yoldan dönmedi."

"Ehl-i Beyt, Ehl-i Beyt" dedi.

Hz. Fâtıma'nın (a.s) dik duruşu, hakikate sevdası, İmam Ali'nin (a.s) hakkı bâtıldan ayıran Zülfikâr'ı, İmam Hasan'ın (a.s) ahlak ve masumiyeti, son olarak İmam Hüseyin'in (a.s) yüz güzelliğine, ism-i şerifi yazılı kadife örtüsüne bürünerek Hakk'a yürüdü.

İlim, irfan, istikameti, ağzı dualıları, zikir ehlini, Kur'an okuyanları, ibadete düşkünleri, ahlak ve fazilet sahibi kişileri ardında bırakarak, kıyamete kadar devam edecek sevaplara kavuştu.

Fikrimize, gönlümüze rahmet bulutları gibi geldi. Tohumu saçtı. Meyveleri gördü.

Bizi Allah'a emanet edip sonsuz aleme gitti.
FEYYAZ İNANÇ - KULVAR / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.