HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

Milli Ekonominin Temeli Tarımdır

05.11.2025 00:00
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, "Milli ekonominin temeli tarımdır" derken, yalnızca bir üretim biçiminden değil, bir milletin varlık sebebinden, geleceğe uzanan bağımsızlık çizgisinden söz ediyordu. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki tarım politikaları, bu düşüncenin hem ideolojik hem de pratik temelini oluşturdu. Çünkü Atatürk'e göre; sanayi, ticaret, hatta eğitim ve kültür politikaları bile sağlam bir tarımsal yapının üzerine inşa edilmeliydi.

1923 İzmir İktisat Kongresi, Atatürk'ün tarıma verdiği önemin ilk somut göstergesiydi. Henüz savaş yaraları sarılmamış bir ülkede, nüfusun yüzde 80'i tarımla uğraşıyordu. Kongrede alınan kararlar, üreticinin emeğini korumayı, köylünün kalkınmasını ve tarımsal üretimin ülke ekonomisinde öncü rol oynamasını hedefliyordu. Atatürk, "Köylü milletin efendisidir" derken bunu yalnızca bir slogan olarak değil, bir kalkınma vizyonu olarak dile getirmişti.

Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra köylünün üretim gücünü artıracak adımlar atıldı. 1925'te Aşar Vergisi kaldırıldı. Bu, belki de Osmanlı'dan devralınan en ağır ekonomik yüklerden biriydi. Köylü, artık ürettiğinin onda birini devlete vergi olarak vermeyecekti. Bu karar, üreticinin nefes almasını, toprağa yeniden umutla sarılmasını sağladı.

Atatürk döneminde tarım sadece üretim olarak değil, aynı zamanda bilimsel bir alan olarak da ele alındı. Ankara'da Yüksek Ziraat Enstitüsü'nün kurulması (1933), modern tarım biliminin Türkiye'deki temellerini attı. Ziraat okulları ülkenin dört bir yanında açıldı; toprak analizleri, bitki türleri ve hayvancılıkta ıslah çalışmaları bilimsel yöntemlerle yürütüldü.

Atatürk, kendi çiftliklerinde de bu anlayışı bizzat uyguladı. Ankara, Yalova, Silifke ve Tarsus'taki örnek çiftlikler, sadece üretim merkezleri değil, aynı zamanda modern tarım tekniklerinin öğretildiği laboratuvarlar hâline geldi. "Gazi Orman Çiftliği" yalnızca bir tarım sahası değil; Cumhuriyet'in üretim felsefesinin sembolüydü. Bugün Anıtkabir'in yükseldiği topraklar da o çiftliğin bağrında filizlenen bir emeğin mirasıdır.

Atatürk'ün tarım politikasında en önemli hedeflerden biri, toprağın adil dağılımıydı. Büyük toprak sahipliği yerine üretici köylünün kendi toprağında özgürce çalışması hedeflendi. 1930'lu yıllarda hazırlanan "Toprak Reformu Taslağı" ile köylünün toprak edinmesi teşvik edildi; devlete ait araziler üretime açıldı. Ayrıca Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri aracılığıyla üreticiye düşük faizli krediler sağlandı.

Atatürk'ün bu konuda söylediği "Ekonomik bağımsızlık olmadan gerçek bağımsızlık olmaz" sözü, tarım politikalarının ana felsefesini özetliyordu. Çünkü gıdasını dışarıdan alan, çiftçisini ezdiren bir ülke; siyasi bağımsızlığını da koruyamazdı.

Atatürk döneminde tarım, yalnızca köy ekonomisini değil, sanayinin gelişimini de doğrudan etkileyen bir unsurdu. 1930'larda başlayan sanayileşme hamlelerinde pamuk, tütün, şeker pancarı ve buğday gibi ürünler stratejik hammadde olarak değerlendirildi. Şeker fabrikaları, iplik ve dokuma tesisleri, tarım üretiminin birer uzantısı olarak kuruldu. Böylece tarım ve sanayi birbirini tamamlayan iki temel sütun hâline geldi.

Atatürk, kadınların tarımdaki emeğini de her fırsatta vurguladı. Kurtuluş Savaşı yıllarında cepheye mermi taşıyan, harman yerinde saban süren Anadolu kadınının, Cumhuriyet'in kalkınma sürecinde de etkin rol oynamasını istedi. Kadın üreticiye yönelik kooperatifleşme adımları, eğitim programları ve köy enstitüleri bu anlayışın sonucuydu.

Bugün tarım sektörü küresel iklim krizi, artan maliyetler ve ithalat baskısı altında zor günler geçiriyor. Ancak Atatürk'ün çizdiği rota hâlâ geçerliliğini koruyor. Üretimi teşvik eden, köylüyü destekleyen, bilimi merkeze alan bir tarım politikası olmadan ekonomik bağımsızlık mümkün değildir.

Atatürk, 1937 yılında Gazi Orman Çiftliği'ni devlete bağışlarken şunu yazmıştı:

"Milletimin gerçek serveti olan toprağı, bilimle, emekle buluşturmak ve örnek olmak için bu çiftlikleri kurdum."

Bu söz, yalnızca bir liderin vizyonu değil, geleceğe bırakılmış bir vasiyettir. Çünkü Atatürk'e göre tarım, sadece toprağı sürmek değil; milletin geleceğini ekmektir.

Bugün "Milli ekonominin temeli tarımdır" sözü, her zamankinden daha anlamlıdır. Toprakla bağını koparmış, üretimi ithalata dayalı hâle gelmiş bir ekonomi, milli kimliğini de zamanla yitirir. Atatürk'ün mirası bize şunu hatırlatır: Tarım, bir ülkenin karnını doyurduğu kadar onurunu da doyurur.

Cumhuriyet'in kurucu felsefesi, üretmeden tüketmemeyi, toprağı kutsal bir emanet gibi görmeyi öğretmiştir. Bu anlayışı yeniden canlandırmak, yalnızca ekonomik bir tercih değil; tarihimize, Atatürk'e ve geleceğimize karşı bir sorumluluktur.

 
Yüksel AKBAYRAK / TERS KÖŞE / diğer yazıları
•Milli Ekonominin Temeli Tarımdır 05 00:00:00.11.2025
•CUMHURİYET, dik durmanın, adam olmanın adıdır! 29 00:00:00.10.2025
• “İtin Havlamasıyla Çınar Sallanmaz” 22 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’de Siyaset: Menfaat mi, Memleket mi? 14 00:00:00.10.2025
•Velhasıl Bursa Sudan Değil, Susuzluktan İbarettir... 07 00:00:00.10.2025
•Hangi Gençlik? Hangi Ekonomi? Hangi Eğitim? 02 00:00:00.10.2025
•FUTBOL SAHADA DEĞİL, MONİTÖR BAŞINDA OYNANIYOR 25 00:00:00.09.2025
•Gaziler Günü’nün Gerçek Manası Üzerine 19 00:00:00.09.2025
•Halkın Gerçek Gündemi Nerede? 17 00:00:00.09.2025
•Bağımsızlık Bir Kimliktir 10 00:00:00.09.2025
•Boş Tencere Siyaseti Yıkar 03 00:00:00.09.2025
• Ağustos Türklüğün Zaferlerle Yoğrulmuş Ayı 29 00:00:00.08.2025
•ORHANGAZİ’DE SPORUN ÇÖKÜŞÜ: 20 00:00:00.08.2025
•Orhangazi: Kaybolan Potansiyelin Hikâyesi 12 00:00:00.08.2025
•Depremi unutan geleceğini gömer! 05 00:00:00.08.2025
•İklim Kanunu Sonrası Orman Yangınları ve Doğa Katliamları: Ülkemizin Vahim Tablosu ve Yasal Mücadeledeki Eksikler 29 00:00:00.07.2025
•Kağan Usta’dan Gençliğe Yatırım, Bekir Aydın’dan Ücretli Tesis! 24 00:00:00.07.2025
•Bir Ahırın Sessizliği 15 00:00:00.07.2025
•“Zulme Boyun Eğmeyenlerin Efendisi: Hz. Hüseyin” 05 00:00:00.07.2025
•Hücrede Doğan Siyasi Cazibe: Ümit Özdağ ve Yeni Neslin Sessiz Haykırışı 02 00:00:00.07.2025
•150 GÜNÜN ARDINDAN ORHANGAZİ 25 00:00:00.06.2025
•“Hedef Türkiye” Gerçeği: Bir Uyarının Gölgesinde 20 Yıl 18 00:00:00.06.2025
•Ekonomik Gerçekler ve Çözüm Arayışları 11 00:00:00.06.2025
•İznik’te Sessiz Ama Derin Bir Değişim 29 00:00:00.05.2025
•ADD Aile Şirketi Değildir, Egoların Gölgesi Hiç Değildir ADD: Açılımı Artık “Aile Dostları Derneği” mi? 21 00:00:00.05.2025
•19 Mayıs bir uyanış, bir itiraz, bir meydan okumadır 18 00:00:00.05.2025
•Sadabat Paktı Krizler İçinde Doğunun Ortak Aklı 13 00:00:00.05.2025
•"Sadece Bir Kişiye Değil, Bir Duruşa Saldırıdır Bu" 05 00:00:00.05.2025
•Hayalden Hakikate 22 00:00:00.04.2025
•TÜRKİYE İÇİN KRİTİK BİR DÖNEMEÇ İKLİM YASASI VE DEVLETİN STRATEJİK KARARLARI 16 00:00:00.04.2025
•Sosyal Devlet, Milli Devlet ve Atatürkçü Duruşun Mirasçısı 14 00:00:00.04.2025
•En yüce değer ADALET 09 00:00:00.04.2025
•İklim Kanunu’na Karşı Çıkmalıyız! 26 00:00:00.03.2025
•OĞUZ TÖRESİ VE ÇANAKKALE - ATATÜRK'SÜZ ZAFER OLMAZ! 18 00:00:00.03.2025
•Bir Milletin Ruhunu Yaşatan Tarihler 12 Mart ve 14 Mart 12 00:00:00.03.2025
•Oğuz Kağan'dan Atatürk'e Uzanan Kutsal Miras Türk Kadını 07 00:00:00.03.2025
•Güçlü Türkiye için: İklim yasasına hayır! 04 00:00:00.03.2025
•AYNI SENARYO, AYNI FİGÜRANLAR 24 00:00:00.01.2024
•CHP ORHANGAZİ’DE NEREYE KOŞUYOR? 12 00:00:00.01.2024
•HAKSIZLIKLARA ve BASKILARA RAĞMEN... 03 00:00:00.01.2024
•CHP’DE AKIL TUTULMASI MI YAŞANIYOR? 27 00:00:00.12.2023
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.