Acı ve ıstırabın bakışlarını donuklaştırdığı genç adam,
"Biz Türk'üz; davamız için ölürüz ama asla dönmeyiz."
diyordu.
"Benim babam nerede? Benim kardeşlerim nerede?"
diye haykırıyordu, gözlerinden sel gibi yaşlar akan küçük kız.
Bu soru, yalnızca bir çocuğun kaybı değildi; bir halkın yok edilen umutlarının yankısıydı. Sanki her "nerede" kelimesi dünyanın kulaklarında çınlıyordu, ama kimse gerçekten duymuyordu.
Biraz ötede oturan bir kadın sessizce konuşmaya başladı. Sesi yorgun ama netti:
"İnsan sevdiğinin ölüm haberine sevinir mi?"
Sonra kendi sorusuna cevabı verdi:
"Biz seviniriz… Çünkü burada işkence ancak ölümle son bulur."
"Sevdiklerimizi öldürürken kaç kurşun kullandılarsa, onun bedelini talep ediyorlardı bizden." diyen birinin sözünü içinde nasıl hissetmez insan? Bu cümle, insanlığın vicdanına taş gibi oturuyordu. Çünkü ölümün bir kurtuluş olarak görüldüğü yerlerde, yaşam artık bir hak değil, bir cezaydı.
Ve dünya bu cezayı izliyordu — sessizce.
Çin'in uyguladığı en acımasız politikalardan biri "kardeş aile politikası."
İlk duyduğumda inanmak istemedim. "İnsan onuruna bu kadar ağır bir darbe nasıl vurulabilir?" diye düşündüm.
Ama bu bir iddia değil; acı bir gerçektir.
Toplama kamplarına gönderilen Uygur erkeklerin evlerine Çinli erkekler yerleştiriliyor.
O fotoğrafları gördüğümde, inanmak istemedim.
Bir insanın evine, ailesinin içine zorla giren bir yabancı…
Düşünün — o ev artık ev olmaktan çıkıyor, o kadın artık özgür olmaktan.
Doğu Türkistan'da evlerin kapısı kapalı olamazdı.
İsteyen her Çinli, istediği eve girebiliyordu.
Bir halkın mahremiyeti, kimliği, inancı birer birer sökülüyordu.
Yasakların listesi ise insanın vicdanını paramparça ediyor:
yakınının ölümüne ağlamak, herhangi bir sebeple duygulanmak, intihar etmeye teşebbüs etmek, ibadet etmek, ana dilini konuşmak, birden fazla bıçağa sahip olmak, fazladan yiyecek bulundurmak…
Ve daha niceleri…
Bu yasaklar yalnızca davranışlara değil, insanın ruhuna kelepçe vurmaktı.
Kimi zaman acı ve üzüntü içinde "kötünün iyisine" tutunmak için çabalarız ya,
Doğu Türkistan'da kötünün iyisi bile yoktu.
Ne zalime atacak bir taş bırakmışlardı ellerinde,
ne de onurluca ölmeyi layık görüyorlardı onlara.
İşkence çepeçevre kuşatmıştı etraflarını;
tam bir abluka altındaydı Doğu Türkistan.
"Gözden uzak olan, gönülden de uzak olur." derler.
Acaba insanlığın bu sessizliği o deyimin bir tezahürü mü?
Yoksa biz, yalnızca acının da menfaate yarayanını mı dillendiriyoruz?
Sumud'u ayakta tutan yürekler,
bu defa da onu bir kuş gibi Uygur Türkünün kalbine konduramaz mı?
Sumud yüzdü umut oldu ; şimdi vicdan yürüsün, uçsun…Doğduğu coğrafya kaderi olmasın halkların. Olmaz mı ?
Ve o cümle hâlâ kulaklarımda yankılanıyor:
"Doğu Türkistan'ın sınırı mı bizden uzak, yoksa bizim vicdanımız mı Doğu Türkistan'dan uzak?"
Zulüm yalnızca yapanı değil, susmayı seçeni de lekeler.
Ve biz sustuğumuz her an, bir çocuğun çığlığında kendi insanlığımızı kaybediyoruz.
Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.