HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 01 KASIM 2025, CUMARTESİ

KALPTEN DİZEYE : BİR ŞEHİT

17.09.2025 00:00
Orhangazi'nin bereketli toprakları, tarih boyunca nice yiğit evlatlar yetiştirdi. Bu topraklarda doğan, büyüyen ve gönlünü vatan sevgisiyle dolduranlardan biri de Şehit Polis Oktay ÖZÇELİK oldu. İlhan öğretmen, yıllarca ders anlattı; öğrencilerine sadece bilgi değil, karakter, ahlak, çalışkanlık ve vatan sevgisi de aşıladı. İşte o değerler, en çok da kendi evladında filizlendi.

Bu hafta yazımın her kelimesini en özel, en içten şekilde kaleme almak istedim. Ruhen vuslata susamış bir babanın yüreğine dokunabilmeyi çok arzuluyorum. Fakat bu hissi tam anlamıyla yaşatamama, eksik kalma endişesi beni derinden etkiliyor. Omuzlarıma, ağır olduğu kadar gurur verici bir emanet bırakıldı. Dokunmaya kıyılamayacak, gözlerden kıskanılacak kadar kıymetli bir armağan: bir şiir… Bir evlat…


 Yüce Yaradan'ın insanoğluna lütfettiği en güzel hediye. Candan öte, candan içeri… Bu candan öte varlığın kaybını kelimelerle anlatabilmek mümkün müdür, bilmiyorum.

Büyüklerimin en büyük duasıydı evlat. Hayattaki türlü zorluklara göğüs germiş, dimdik ayakta durmuş insanlar, bu acının adını dahi anarken ürperir; sanki omuzlarına dünyanın en büyük yükü binmiş gibi belleri bükülürdü.

İşte bu dayanılmaz acıyı yaşamış bir şehit babası da İlhan Özçelik Hocamızdır. Onun sohbeti öylesine muhteşemdir ki, insanın ruhuna sıcak bir rüzgâr gibi işler. Şiirleri ise okundukça insanı etkisi altına alır, sürükler. Sohbetimizden anladım ki, İlhan Hocam hep yazmış, hep çok güzel okumuş; fakat evlat acısından sonra artık şiirlerini diliyle değil, gönlüyle, kalbiyle söylemiştir.

İlhan hocamın oğlu, polis memuru Oktay Özçelik, 1991 yılında Şırnak'ta şehit olmuştur. Evladı, vedasıyla ona insan yaşamının hem en büyük acısını hem de en büyük gururunu bırakmıştır. Belirtmeden geçmek olmaz: Şehidimiz Oktay Özçelik'in dedesi Ahmet Özçelik de İstiklal Savaşı gazisidir. Dedesi vatanın hürriyeti için gazi olmuş, torunu ise vatanın bölünmezliği uğruna şehit düşmüştür.

İnanırım ki, birbirini seven insanlar arasında, ister fiziki ister manevi çok uzun mesafeler  olsa da , zahiren görünmeyen bir iletişim vardır. Telepati denilen şey belki de budur. Bu çok kıymetli şiirin bana ulaşmasını da böyle görüyorum; asla tesadüf olmadığını düşünüyorum. Aziz şehidimizin "Bizi hatırla, sesimizi duy" çağrısı varmış gibi geliyor. Sanki "Ne için savaştığımızı yad edin" dercesine, adeta gündeme ses veren bir mesaj taşıyor.

Her satırında yürek burkan, ama aynı zamanda umut ve gurur aşılayan bu şiir bize bir kez daha hatırlatıyor: Şehitler ölmez; onların sesi kalplerimizde yaşamaya devam eder. Bizlere düşen, onların hatırasını diri tutmak, fedakârlıklarını unutmamaktır. Aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve dualarla anıyor; geride bıraktıkları emanetlere sahip çıkmayı en büyük görev biliyorum.



KAHRAMAN POLİSİME

Vatan için terk ettik biz hepimiz evimizi

Feda ettik onun için tertemiz tenlerimizi

Unuttuk sevdasıyla biz dertlerimizi

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz



Kaybolmadı hiçbir zaman imanımız

Helal olsun sana akan bu kanımız

Her zaman fedadır sana çanımız

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz



Hak, hukuk, adalet ve zaman ilkemiz

Nezaketten ayrılmaz bizim tek bir ferdimiz

Vatandaşın her zaman yardımcısı bizleriz

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz



Kar, fırtına, çamur, yağmur demeden

Hiçbir zaman hasret ayrılık dinlemeden

Cesaretle gideriz, yılmayız asla görevden

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz



Ey Atatürk'üm sen rahat uyu kabrinde

Vermeyiz cennet vatanı yabancı ellere

Düşmedikçe son damla kanımız yerlere

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz



Şair değil bunu yazan stajyer polis

Biz hiçbir zaman yılmaz komandolarız

Oktay'dır benim adım eğer sorarsanız

Biz özel harekâtçı kahraman polisleriz

OKTAY ÖZÇELİK


 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.