HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 29 EKİM 2025, ÇARŞAMBA

‎Bir Düdük, Bir Hayal... Adalet Orhangazi de Sahanın Neresinde Kaldı?

29.10.2025 00:00
‎Orhangazi'nin emekle yoğrulmuş amatör takımları, yıllardır Türk futboluna profesyonel oyuncular yetiştiriyor. Ancak son dönemde bahis skandalları ve hakem hataları, bu emeği gölgede bırakıyor. Adalet terazisi bozulduğunda, sahadaki mücadele anlamını yitiriyor.

‎Futbol, sadece bir oyun değildir. Bir mahallenin çocuklarının hayali, bir köy takımının gururu, bu ilçenin pazar sohbetidir. Ancak son zamanlarda Türk futbolunda yankılanan haberler, oyunun ruhuna gölge düşürüyor bahis oynayan hakemler. Profesyonel liglerde patlayan bu iddialar, sadece üst düzeyde kalmıyor ve dalga dalga yayılarak amatör liglere kadar iniyor. Ve orada, zaten kısıtlı imkânlarla ayakta duran, saf futbol sevgisiyle oynanan maçların üzerine kara bir bulut gibi çöküyor.

‎Amatör liglerde hakem, sadece düdüğü çalan kişi değildir; oyunun düzenini, adaletini ve güvenini temsil eder. Ancak bir hakem, bahis alışkanlığına bulaşmışsa, artık o düdük adil değil, şüpheli bir ses çıkarır. Bir faul kararı bile "Acaba?" dedirtiyorsa, futbolun en temel kuralı güven çoktan kaybedilmiştir. Birçok amatör futbolcunun, "Hocam bu maçın sonucu zaten belliymiş" diye serzenişte bulunduğunu duymak artık şaşırtmıyor kimseyi. Oysa bu ligler, büyük hayallerin ilk basamağı değil miydi?

‎Bahis, futbola dışarıdan bulaşan bir virüs gibidir. Önce ilgisiz görünür, sonra küçük miktarlarla eğlence olarak girer hayatlara. Ama zamanla bağımlılık hâline gelir, kararları etkiler, vicdanı susturur. Genç hakemlerin düşük ücretlerle görev yaptığı amatör liglerde bu tehlike daha da büyüktür. Birkaç tıkla girilen bir site, bir anda kariyerleri, hatta futbolun geleceğini karartabilir.

‎TFF ve MHK yıllardır etik kurullar kurar, eğitimler düzenler. Fakat iş uygulamaya geldiğinde, amatör ligler hep "gözden kaçan" alanlar olur. Denetim mekanizmaları profesyonel liglerde sıkıdır ama alt kademelerde bu kontrol neredeyse yok gibidir. Oysa adalet, sadece televizyonda yayınlanan maçlar için değil, köy sahasında çamura bulanmış topun peşinde koşan çocuklar için de gereklidir.

‎Orhangazi'nin amatör takımları da bu adaletsizlikten payını fazlasıyla alıyor. Gecesini gündüzüne katarak çalışan antrenörler, gönüllü yöneticiler, kendi cebinden forma parası toplayan futbolcular… Hepsi sahaya emek koyuyor, ama bazen bir hakem hatası, bazen de vicdandan uzak bir karar, tüm emekleri bir anda boşa çıkarıyor. Oysa bu ilçenin kulüpleri, geçmişte Türkiye'nin en önemli takımlarına futbolcu yetiştirmiş bir geleneğin temsilcisi. Büyük kulüplerin altyapılarında top koşturan, profesyonel sahalarda başarı yakalayan nice isim Orhangazi'nin toprak sahalarında yetişti. Bu ilçenin takımları sadece kendi renkleri için değil, Türk futbolunun geleceği için mücadele ediyor. Fakat o mücadele, adalet terazisi bozulduğunda anlamını yitiriyor.

‎Yine de umudu kaybetmemek gerek. Hâlâ dürüstlüğüyle örnek olan, sahada sadece futbolun güzelliği için düdük çalan yüzlerce hakem var. Onların emeğini, birkaç kişinin etik dışı davranışı gölgelememeli. Ama bu, susarak olmaz. Federasyonlar, kulüpler, futbolseverler ve medya, etik ihlallere karşı ortak bir vicdan hattı kurmak zorunda. Çünkü eğer adalet kaybolursa, futbol sadece bir skor tablosuna dönüşür.

‎Amatör liglerin en büyük değeri samimiyettir. Bahis, bu samimiyetin düşmanıdır. Düdük, para için değil; adalet için çalınmalıdır. Eğer bir gün futbol yeniden temiz bir oyuna dönüşecekse, o dönüşümün ilk sesi bir hakemin vicdanından yükselecektir. Unutmayalım ki bu şehirde yaşayan herkesin ucundan da olsa amatör takımlarımıza desteği ve emeği olmuştur. Bu emekleri bir kaç kendini bilmeze ezdirmek ne idarecilere ne de biz Orhangazililere yakışmaz.

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.