HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 30 EKİM 2025, PERŞEMBE

Ağustos: Milletimizin Kutlu Zaferler Ayı

29.08.2025 00:00
Tarih, sadece rakamlardan ibaret bir takvim değildir. Tarih, bir milletin varoluş iradesini, özgürlük aşkını ve vatan sevgisini haykırdığı destandır. Türk milleti için bu destanın en güçlü şekilde yazıldığı ay, hiç kuşkusuz Ağustos'tur. Ağustos, Malazgirt'ten Mohaç'a, Otlukbeli'nden Büyük Taarruz'a kadar Türk'ün hem duasını göğe yükselttiği hem de yere mühür vurduğu ay olmuştur.

1071 Malazgirt: Anadolu'nun Kapıları Açıldı

Malazgirt Ovası'nda Sultan Alp Arslan, beyaz kefeniyle ölüme meydan okuyarak yürüdü. Bizans'ın devasa ordusuna karşı kazandığı zafer, Türk milletine Anadolu'nun kapılarını açtı. Bu zafer, sadece bir toprak kazanımı değil, Türk milletinin bin yıllık yurt edineceği coğrafyanın müjdesiydi. O gün göğe yükselen ses açıktı: "Bu toprak artık senindir."

1473 Otlukbeli: Kudretin Mührü

Fatih Sultan Mehmet, sadece bir hükümdar değil, aynı zamanda Türk kudretinin sembolüydü. Otlukbeli'nde kazanılan zafer, doğu ve batının kesiştiği noktada Türk'ün gücünü mühürledi. Anadolu'nun kalbine vurulan bu mühür, Türk milletinin sarsılmaz iradesini ve kararlılığını bir kez daha dünyaya gösterdi.

1526 Mohaç: Avrupa'ya Şimşek

Mohaç Meydan Muharebesi, tarihin en kısa ama en çarpıcı savaşlarından biriydi. İki saatlik fırtına, Macar ovalarını kasıp kavurdu. Osmanlı atlarının nal sesleri Avrupa'nın kalbine şimşek gibi indi. Bu zafer, Türk milletinin kudretini ve cihan hâkimiyetindeki gücünü yüzyıllar boyu hatırlatacak bir destan olarak kaldı.

1922 Büyük Taarruz: Atatürk'ün Liderliğinde Bağımsızlık Yeniden Doğuyor

Ve geldik Türk tarihinin en büyük dirilişine… 20. yüzyılın başında işgal altındaki Anadolu, özgürlüğe susamıştı. Milletimizin umutları tükenmiş gibi görünse de, o umudu yeniden canlandıran büyük bir lider vardı: Mustafa Kemal Atatürk.

26 Ağustos sabahı Afyon'un dağlarında top sesleri yankılandığında, yalnızca ordular değil, Türk milletinin kalbi de ayağa kalktı. Atatürk'ün "Ordular, ileri!" emri, bir komut olmanın ötesinde, esareti kabul etmeyen bir milletin yeniden doğuş haykırışıydı. Dumlupınar'da verilen büyük mücadele, Atatürk'ün dehası ve milletin azmiyle birleşerek İzmir'de dalgalanan bayrağımızla taçlandı.

Büyük Taarruz, Türk milletine yalnızca bağımsızlığını değil, aynı zamanda özgür ve onurlu bir geleceğin yolunu açtı. Atatürk'ün önderliğinde kazanılan bu zafer, Türk milletinin kaderini değiştirdi. Bu topraklarda özgür nefes almamızı sağlayan irade, onun kararlılığı ve milletin inancıyla birleşti.

Orhangazi'den Anadolu'ya Bir Destan

Zaferler sadece büyük meydanlarda yazılmaz. Anadolu'nun her köşesi bu destanın bir parçasıdır. Orhangazi'de halk, yiyeceğini, sütünü, ekmeğini ve dualarını cepheye taşıdı. Küçük bir ilçenin koca yüreği, Büyük Zafer'in harcına karıştı. Orhangazili annelerin duaları, yiğitlerin fedakârlıkları, cepheye koşan gençlerin cesareti bu milletin direncine güç kattı.

Ağustos: Zaferlerin Ayı, Atatürk'ün Emaneti

Ağustos, Türk milletinin en görkemli zaferlerinin ayıdır. Malazgirt'in cesareti, Otlukbeli'nin kudreti, Mohaç'ın şimşeği ve Büyük Taarruz'un bağımsızlık ateşi, bu ayın destanına karışmıştır. Fakat bütün bu tarihî mirasın üzerinde en büyük anlamı taşıyan zafer, Atatürk'ün önderliğinde kazanılan Büyük Taarruz'dur. Çünkü bu zafer, milletimizin bağımsızlık yolunda yeniden ayağa kalkmasının ve cumhuriyetin temellerinin atılmasının başlangıcı olmuştur.

Bugün dalgalanan bayrağın her kıvrımında, Atatürk'ün kararlılığı ve milletimizin fedakârlığı vardır. Ağustos, sadece bir ay değil; Türk milletinin tarih sahnesindeki en onurlu ve kutlu günlerinin toplandığı, Atatürk'ün emanetiyle taçlanan bir destandır.

Kutlu olsun!

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.