HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

Bir Otelin Sessiz İhaneti

29.05.2025 00:00
İznik… Sadece bir şehir değildir. Adını taşıdığı gölün durgunluğu altında, asırlardır taşıdığı kültürel, dini ve siyasi mirasıyla adeta bu coğrafyanın sessiz hafızasıdır. Ancak bu hafıza, geçtiğimiz günlerde öylesine sarsıldı ki, gölün yüzeyinde yankılanan o sessizlik bile artık masum değil. Çünkü göl kenarında düzenlenen Katolik ayin, sadece bir dua töreni değil; Cumhuriyet'in, Lozan'ın ve bu halkın tarih bilincine karşı simgesel bir meydan okumaydı.

Ve bu meydan okumaya sessizce ev sahipliği yapan bir otel vardı: İznik Askania Hotel.

Otelin bahçesinde kurulan ayin masası, dışarıdan bakıldığında belki turistik bir etkinlik gibi görünebilir. Ancak mesele, birkaç din adamının toplanıp dua etmesinden ibaret değil. Mesele, bir milletin bağımsızlıkla yoğrulmuş egemenlik haklarının, bir otelin ticari veya diplomatik çıkar uğruna görmezden gelinmesidir. Bu nedenle, bu ayin yalnızca dini bir ritüel değil, derin bir politik simgedir. Ve bu simgeye kapı aralamak, tarih önünde hesap verilecek bir tutumdur.

Bu ayin, sıradan bir etkinlik değildir. Birinci İznik Konsili'nin 1700. yılı bahanesiyle düzenlenen bu dini tören, aslında uzun süredir çeşitli çevrelerin hayalini kurduğu ekümeniklik iddiasının küçük bir adımıdır. Bu iddianın arkasında ne olduğunu bilenler için mesele son derece açık: İstanbul'daki Fener Rum Patrikhanesi'nin "ekümenik" unvanını kazanmak için sürdürdüğü küresel bir diplomasi trafiği var. Bu sürecin bir uzantısı olarak İznik gibi tarihi öneme sahip bir mekânda düzenlenen bu ayin, sembolik olarak "sahiplik" ilanıdır. Ve ne yazık ki bu ilan, bir otelin bahçesinden ses buldu.

Bu durumu en net şekilde ifade edenlerden biri, Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin kamuoyuna açık sesi olan Sevgi Erenerol oldu. Erenerol, ayinin hemen ardından yaptığı açıklamada meseleyi şöyle özetledi:

 "Papa ile Fener el ele verip İznik'te 'konsil' hayali kuranlar, Türk Devleti'nin altını oyma ve emperyal hayal peşindedir! Bu pervasız plan, milletin tapusu Lozan'ı etkisiz kılmak, ölü Sevr paçavrasını hortlatmak isteyen emperyal hayalperestlerin karanlık saldırısıdır!"

Bu sözlerin içini boş bir retorik gibi görenler büyük bir yanılgı içindedir. Çünkü İznik Ayasofya'sı, Atatürk'ün bizzat koruma altına aldığı ve ayin yapılmasına izin vermediği kutsal bir mekândır. Bugün ise aynı inanç çevreleri, tarihi gölün kıyısında diplomatik nezaket kılıfı altında ayin masası kuruyor. Ne için? Lozan'ı delmek, Türkiye Cumhuriyeti'ne "hukuken" değil ama "simgesel olarak" diz çöktürmek için.

Bu noktada, Askania Hotel'in yaptığı şey sadece "bir alanı kiralamak" değildir. Burası, Cumhuriyet'in kırmızı çizgileriyle örülü İznik'te, bu çizgilerin üzerinden atlayan bir platforma dönüşmüştür. Herkesin "hayır" dediği, halkın karşı çıktığı, toplumun hassasiyet gösterdiği bir meselede "evet" diyebilmek için ya çok bilgisiz, ya çok kayıtsız, ya da fazlasıyla kasıtlı olmak gerekir.

Otel sahibi, bu ayinle birlikte yalnızca kendi işletmesini tartışmalı hale getirmemiştir; aynı zamanda İznik'in adını, Türkiye'nin egemenliğini ve Cumhuriyet'in kazanımlarını da uluslararası tartışmaların ortasına çekmiştir. Bu ayine verilen izin, göl manzaralı bir otelin lüksüyle değil, bir milletin geleceğiyle ödenmiştir.

İşte bu yüzden sessiz kalmak bir seçenek değildir. Bugün bir otelin bahçesinde yapılan bu törensel meydan okuma, yarın Ayasofya'nın, Kapadokya'nın, Efes'in ya da başka kutsal mekanların kapılarını aralayabilir. Cumhuriyet, hafızasını yitirdiği anda değil; bu tür "küçük" adımları önemsemediği zaman çöker. Bugün "turist geliyor" diyerek göz yumulan her ayin, aslında milletin egemenlik kaygısına birer zincir ekliyor.

Tarih, bu süreci yazacak. Ve yazarken kimin sessiz kaldığını, kimin bu ihanetin ortağı olduğunu da not düşecek.

Son Söz Yerine

Bir otelin bahçesinde yaşananlar, yalnızca o günün değil, bu ülkenin geleceğine dair çok derin bir uyarıdır. Bu yazının amacı otel karalamak değil; bir milletin uyanık kalması gerektiğini hatırlatmaktır. Çünkü geçmişini unutan bir halk, geleceğine sahip çıkamaz. Ve biz biliyoruz ki; İznik'in göl kenarında kurulan o masa, yalnızca bir masa değildi. O masa, Türkiye Cumhuriyeti'nin sinir uçlarına basan, onun tarihsel ve hukuki hafızasına meydan okuyan bir simgedir.

Ve biz bu simgeleri sustukça değil, konuşarak ve karşı durarak yenebiliriz.

Enbiya BAKIR

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•TARIMDA AZALAN GENÇ NÜFUS: TOPRAĞIN GELECEĞİ TEHLİKEDE 05 00:00:00.11.2025
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.