HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 31 EKİM 2025, CUMA

Ekrem İmamoğlu

20.03.2025 00:00
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, 19 Mart sabahı gözaltına alındı. Savcılığın açıkladığı maddeler: yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma, PKK-KCK'ya yardım ve yataklık, suç örgütü kurmak. Yenileri de soruşturma ilerledikçe eklenecektir.  
 


Bu operasyon başladıktan sonra CHP kanadından gelen açıklamalar hep aynı minvalde: "Seçilmiş bir belediye başkanına böyle bir operasyon yapılamaz." Pardon?! Yani seçilmiş bir belediye başkanı bu iddia edilen suçları işleyebilir mi demek istiyorsunuz Sayın Özel? Türk Ceza Kanunu maddeleri seçilmişler için değildir diye bir madde var da bizim mi haberimiz yok? Tabii ki bunlar yapılmışsa, delilleri ve kanıtları tespit edilmesi halinde ceza alacaktır.  


 


Bu süreçte en güzel yorumu Sayın Bahçeli yaptı: "Türk yargısına güvenim tamdır. Suç kesinleşinceye kadar herkes masumdur. Masumiyet karinesi unutulmamalıdır." İşte olması gereken açıklama budur. Başsavcılık, belirli iddialar karşısında elbette soruşturma başlatabilir. Adı üstünde: "Soruşturma." Deliller toplanır, kanıtlar incelenir. Eğer her şey iftira ise zaten ortaya çıkar, bir delil bulunamaz ve Sayın İmamoğlu aklanır.  


 


Bu soruşturmadan memnun olması gereken kişi Sayın İmamoğlu'dur. Tabii kafası rahatsa... Çünkü kameralar yalnızca hırsızları rahatsız eder. Kendinden eminse keyfi yerindedir.  


 


İnsanların bir kısmı sokaklara dökülmüş. İnsanlar, Sayın İmamoğlu'nu sevip destekleyebilirler, burada bir sorun yok. Ancak bir soruşturma başlatıldığı zaman sakince soruşturmanın sonuçlanmasını beklemek gerekmektedir. Bu maddelerin alt metnini iyi okumalıyız. Eğer çalınan bir para varsa, bu bizim paramızdır. Bu soruşturma, vatandaşların hakkını savunan ve gözeten bir soruşturmadır.  


 


Şunu da söylemeden geçmeyeceğim: Şu an Türkiye'de AKP, CHP, İYİ Parti, MHP, DEM gibi birçok parti belediyesinde bu tür iddialar bulunmaktadır. Devlet, parti ayırt etmeden tüm iddiaları aynı ciddiyetle soruşturmalıdır. Eğer bunu yapmazsan, bu operasyonun "siyasi operasyon" olarak pazarlanmasına engel olamazsın. Kim hukuksuzluk yapıyorsa cezasını çekmelidir. Şahıslar ve partiler önemsizdir.  


 


Sayın Ekrem İmamoğlu'nun eşi Sayın Dilek İmamoğlu'na da bir parantez açmak istiyorum. Sayın Dilek Hanım, X platformu üzerinden halkı sokağa davet etmiş. 16 Temmuz 2016 tarihinde yaptığınız paylaşımı hatırlayınız lütfen: "Sokağa çıkanlara akıl fikir diliyorum." demiştiniz. Sayın Dilek Hanım, ne oldu da eşiniz yolsuzluk iddiası ile gözaltına alınınca halkı sokağa davet ediyorsunuz? Ne değişti?  


 


O gün, bu millet demokratik seçimine darbe vurulmaya çalışıldığı için sokaktaydı. Bugün davet sebebiniz nedir? Paralarımızı çaldığı iddia edilen bir yöneticinin savcılık tarafından "Araştıralım bakalım, çalmış mı çalmamış mı?" demesi midir? Zaten soruşturma sonucunda her şey ortaya çıkacaktır, müsterih olunuz.  


 


Halkı ve sevenlerinizi bu aşamada sokağa davet etmek, açıkça söylüyorum ki bir kaos yaratmaya çalışmaktır. Halkımız soğukkanlı olmalı, partizanlık yapmamalıdır. Süreci tabii ki hep beraber takip edeceğiz. Türk yargısına güveneceğiz.  


 


Beyaz ile siyah elbet birbirinden ayrılacaktır. Adalet hepimizle olsun.  


*Vural IŞIK*


20.03.2025


Mail adresi: milligokkubbe@gmail.com


X Hesabı: @GokKubbeRuhu

Vural IŞIK / GÖKKUBBE / diğer yazıları
Yorumlar
Yakup YILDIZHAN
TAŞI GEDİĞİNE OTURTMUŞSUN GÜZEL İNSAN<br />
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.