HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

DEPREM DEĞİL İHMAL ÖLDÜRÜR

18.02.2025 00:00
6 Şubat depreminde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Geçtiğimiz hafta bu büyük ve sarsıcı depremin yıl dönümüydü. Herkes başsağlığı dileklerinde bulundu. Ölmediniz, kalbimizdesiniz edebiyatını başarıyla tamamladı. Peki elle tutulur neler yapıldı ya da yapılıyor?

Devlet, depremzedelerin kaybettikleri evler yerine hedef koyduğu evlerin bir kısmını daha teslim etmedi. Muhalefet kanalı da az ev yaptınız diyerek muhalefet görevlerini yerine getirdi ve yine döndü: "CHP'de kim başkan olacak?"

Bu arada Ege Denizi'nde art arda gelen depremlerden sonra bu depremlerin öncü deprem olma ihtimaline karşı Yunanistan; Amorgos, Los ve Anafi adalarını boşalttı ve okulları tatil etti. Boşaltılan adalarda hırsızlık ve yağma suçlarının artma ihtimaline karşı güvenlik önemleri de arttırıldı. Sadece bir ihtimal ile bu önlemleri alan Yunanistan hükûmetini tebrik ediyorum. Depremin değil, ihmalin öldürdüğünü artık tartışmıyoruz bile. Sadece depremin en sarsıcı bölgelerinde bulunan TOKİ konutlarına bakınca bunu anlayabiliriz. Bırakın çatlağı, sıvalar bile dökülmemişti. Peki, aynı bölgedeki diğer binalar nasıl çöktü? Tabii ki ihmal.

Sizlere biraz Hammurabi'den bahsetmek istiyorum. Hammurabi döneminde halkın güvenliği, kralın doğrudan bir görevi olarak görülüyordu. Devlet, halkı korumayı kendi varlığının bir parçası sayıyordu. Bu nedenle, müteahhitler halkın güvenliğini doğrudan etkileyen kişiler olarak görülüyor ve en ağır cezalarla karşı karşıya kalıyordu. MÖ 1792-1750 yılları arasında yazılmış olan bu kanunlar, halkın güvenliğini daha çok düşünürken üzerine çağ atlamış bir toplum olarak bizim eksik kalan yanımız "suç ve ceza dengesi"ni sağlayamamaktır. Hamurabi Kanunlarına göz atmak gerekirse;

* Madde 229: Eğer bir müteahhit (inşaat ustası) birine ev yapar ve yaptığı bina sağlam olmazsa bina yıkılır ve ev sahibinin ölümüne sebep olursa o müteahhit idam edilir.

* Madde 230: Eğer yıkılan bina, ev sahibinin oğlunun ölümüne sebep olursa müteahhidin oğlu idam edilir.

* Madde 232: Eğer bina yıkılır ama ev sahibi ölmez ise müteahhit tüm eşya ve mal zararını karşılamak zorundadır.

Böyle okuyunca ağır mı geldi acaba? Bunlar bir zamanlar uygulanmış kanunlar. Merak ettiğim Hammurabi zamanında yapılan kaç bina çökmüştü. Bu istatistiğe erişmemiz imkansız ama az olduğuna eminim. Tabii ki idamın bile olmadığı hukuk devletimizde bu yasaları uygulayalım demiyorum; ancak söylemek istediğim bir şeyler var:

Öncelikle müteahhitleri sınıflandırmalı ve lisanslama yapmalıyız. Müteahhit olmak için belirli teknik yeterlilik şartları var; ancak denetim de sistem de yetersiz. Müteahhitlerin ekonomik gücü, teknik kapasitesi ve geçmiş projelerine göre sınıflandırılması sağlanmalı. Yaptıkları projeler ile seviye seviye yükselmeleri ve büyük ya da riskli projeler için yüksek seviye şartları aranmalıdır. Riskli bölgelerde bina yapacak firmalar daha yüksek standartlara tâbi tutulmalıdır. Yıkılan binalardan ya da sorumlu projelerden şirket değil yöneticiler, bireysel olarak sorumlu tutulmalıdır. Yüksek hapis cezalarının yanı sıra meslekten ömür boyu men de cezalar arasına eklenmelidir. Şu anda yapı denetim firmaları, müteahhitlerden ücret alarak çalışıyor. Bu çıkar ilişkisi nedeniyle denetimler gerektiği gibi yapılmıyor. Yapı denetim sistemi, müteahhitlerden bağımsız ve güçlü olmanın yanı sıra bir devlet kurumu tarafından yürütülmelidir. Müteahhit olabilmek için mühendislik veya mimarlık geçmişi şartı getirilerek sektörde daha bilinçli bir yapı oluşturulmalıdır. Türkiye'de depremler kaçınılmaz ancak yıkılan binalar ve kaybedilen hayatlar bir kader(!). Kader değil, kötü inşaat politikalarının bir sonucudur.

Önümüzde derhal önlem almamız gereken bir İstanbul problemi var. Türkiye'nin tüm ticaretinin %55'ini tek başına oluşturan İstanbul'da yıkıcı bir depremin oluşması durumunda devletimiz yaralarını saracak ve tekrar ayağa kalkacak maddi geliri asla bulamayacaktır.

İstanbul'daki fabrikalar, üretim merkezleri, ithalat ve ihracat firmaları büyük teşvik paketleri oluşturularak İç Anadolu, Doğu Anadolu, Ege, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerine taşınmaları sağlanmalıdır. Aksi takdirde bu; orta ve büyük firmaların da iflası ile birlikte ülkemiz, yeniden ayağa kalkacak gücü kendinde asla bulamaz. Böyle büyük bir yıkım yaşanacak olursa diğer devletlerden yardım kuvvetleri mi gelir yoksa işgal kuvvetleri mi? Bunu çevremizi adeta kuşatan askeri üslere bakarak, sınırlarımızda konuşlandırılmış ordulara bakarak iyi tahlil etmek hayati bir öneme sahiptir. Bu konuda devlet, refleksini göstermeli ve hızlı bir şekilde bu tehditleri yok etmeli ya da bu riskleri en azından minimalize etmelidir. Tekrar tüm depremlerde hayatlarını kaybeden yurttaşlarımıza Allahtan rahmet diliyorum. Esen kalın.

Vural IŞIK / 14.02.2025

Mail adresi: milligokkubbe@gmail.com

X Hesabı: @GokKubbeRuhu

 
Vural IŞIK / GÖKKUBBE / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.