HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

ÇANAKKALE ZAFERİ

18.03.2025 00:00
Bugün, 18 Mart... Türk milletinin tarihindeki en önemli dönüm noktalarından birinin, Çanakkale Zaferi'nin yıl dönümü. 1915'te, dünyayı sarsan büyük bir savaşın ortasında, Türk askerinin ve halkının gösterdiği direniş, sadece askeri bir başarı değil, bir milletin toprağını, özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunma kararlılığının simgesi oldu. Çanakkale, Türk milletinin "Ya İstiklal, ya Ölüm" diye haykırdığı, her karış toprağının kanla sulandığı bir zaferin adıdır. Askeri olarak bakıldığında Çanakkale Zaferi, stratejik bir dehanın ve müthiş bir organizasyonun ürünüdür. İngiliz ve Fransız donanmasının, Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'a ulaşma çabası, çok geniş bir cepheyi ve karmaşık bir savaş stratejisini gerektiriyordu. Ancak Türk komutanlarının üstün yönetimi, özellikle Mustafa Kemal Atatürk'ün Anafartalar'daki liderliği, zaferin kazanılmasında belirleyici rol oynadı. Atatürk'ün "Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!" sözü, sadece bir askeri komut değil, aynı zamanda Türk milletinin ne kadar büyük bir kararlılıkla savaşa girdiğini gösteren simgesel bir ifadedir. Bu direniş, tıpkı bir duvar gibi düşman ordularının ilerleyişini durdurmuş ve Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin temellerini atmıştır. Ancak Çanakkale Zaferi'nin anlamı sadece askeri başarıyla sınırlı değildir. Bu zafer aynı zamanda Türk halkının birlikte hareket etme, vatan için tüm varlığını ortaya koyma kararlılığının ve fedakârlığının bir örneğidir. Çanakkale, annelerin gözyaşları içinde evlatlarını uğurladığı, gençlerin toprağa düşmeden önce vatanlarına adanmışlıkla savaştığı bir yerdir. Her bir asker, sadece kendi hayatını değil, Türk milletinin geleceğini savunma bilinciyle hareket etmiştir. Bu zaferin arkasında, her birinin gönlündeki "vatan sevgisi" ve "bağımsızlık" arzusu vardır. Çanakkale Zaferi, askeri strateji ve kahramanlıklarla olduğu kadar, bir milletin toprağını ve özgürlüğünü savunma noktasındaki kararlılığıyla da anlam bulmuştur. Çanakkale'de toprağa düşen her bir şehit, bu topraklarda yaşayan herkes için bir umut ışığı olmuştur. Şehitlerimizin verdiği bu büyük mücadelenin arkasındaki asıl güç, bir milletin özgürlüğüne olan sarsılmaz inancıdır. Ve belki de en duygusal anlam, Çanakkale'ye gelen bütün gemi kaptanlarının seyir defterine ( Jurnal ) yazdığı o satırlarda gizlidir: "Çanakkale geçildi" yazmaz hiçbir zaman. Çünkü bir zaferin ötesinde, o toprak, şehitlerin anısıyla, milletin dirilişiyle kutsanmıştır. Gemiciler, Çanakkale'yi geçerken, "Çanakkale ziyaret edildi, şehitlik selamlandı" yazarlar defterlerine. Zira orası sadece bir askeri nokta değil, her karış toprağında canlarını feda eden kahramanların hatırasıyla yükselen bir yerdir ve bilir herkes Çanakkale asla geçilmez. Çanakkale, sadece bir askeri başarı değil, aynı zamanda Türk milletinin bağımsızlık yolunda verdiği mücadelenin simgesidir. Bugün, Çanakkale'yi anarken, o kahramanların mirasına sahip çıkmanın; ülkenin yarınına sahip çıkmak anlamına geldiğini unutmamalıyız. Çanakkale Zaferi, Türk milletinin yeniden doğuşunun ve bağımsızlık yolundaki kararlılığının mührüdür. Bu zafer; Türk milletinin, her koşulda, her zorlukta, toprağını ve özgürlüğünü koruma kararlılığını sonsuza kadar hatırlatacaktır.

Vural IŞIK 18.03.2025



Mail adresi: milligokkubbe@gmail.com

X Hesabı: @GokKubbeRuhu
Vural IŞIK / GÖKKUBBE / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.