HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

BOŞ SAHALAR, UMUTSUZ GENÇLER

02.07.2025 00:00
Bir zamanlar spor alanında elde ettiği başarılarla adından sıkça söz ettiren Orhangazimiz, adeta profesyonel sporcu yetiştiren bir fabrika gibiydi. Hürspor Altyapısından yetişen Faruk Yiğit, Süper Lig'de birçok takımda forma giymiş merhum Gökmen Yıldıran, yetişen profesyonel voleybolcular ve üretkenliğiyle tanınan Orhangazi basketbol takımları... Ne yazık ki bugün aynı başarı grafiğinden söz etmek mümkün değil. Bir dönem 3. Lig'de iki takımla temsil edilen ilçemizin, şu an neden daha alt liglerde mücadele ettiğini sorgulamak gerekiyor.

Bu gerilemenin en temel nedenleri, tesis yetersizlikleriyle başlayan ve yatırımların azaltılmasıyla derinleşen bir sürece dayanıyor. Elbette spor finansmanı önemlidir; ancak asıl eksiklik, tesis altyapısındaki çöküşte yatmaktadır. Bu bağlamda ilçemiz adına yapılan en büyük yanlışlardan biri, Göl Spor Tesisleri'nin Spor Bakanlığı'na devredilmesi olmuştur.

Daha önce dört farklı saha ile desteklenen belediye tesislerinden geriye, yalnızca İznik Gölü kenarında bulunan suni çim saha kalmıştır. Gökmen Yıldıran Tesisleri ve yanında bulunan toprak sahanın durumu ise içler acısı. Yeniköy Futbol Sahası otlarla kaplanmış, kullanılmaz hale gelmiştir.

Yerel amatör takımlarımız da bu tablo karşısında büyük sıkıntılar yaşamaktadır. Önceden belediyeden destek alan ulaşım (otobüs) hizmeti bile çoğu zaman sağlanamıyor. Süper Lig'e futbolcu kazandırmış Hürspor gibi kulüpler, birkaç gönüllünün maddi ve manevi desteğiyle ayakta durmaya çalışmaktadır.

Belediyemizi bu sürecin dışında tutmak mümkün değildir. Çünkü geçmişte, ister iktidar ister muhalefet olsun, tüm belediye başkanları spora ciddi destek vermişti. Ne yazık ki bugün aynı yaklaşımı göremiyoruz. Biz isimlerden ziyade, olayları, başarıları ve eksiklikleri konuşmalıyız.

Peki ne yapılmalı?

* İlk adım olarak, Spor Bakanlığı'ndan Göl Tesisleri'nin geri alınması sağlanmalı ya da tesislerden hizmet alınması konusunda gerekli iletişim kurularak baskı oluşturulmalıdır.

* Yeniköy Futbol Sahası'nın gençlerin kullanımına açılması için bakım ve onarımlar acilen yapılmalıdır.

* Göl kenarında bulunan belediye arazilerinde, gerekirse dış yatırımcılar aracılığıyla, 2. ve 3. Lig takımlarının kamp yapabileceği ultra lüks otel ve saha kompleksleri için harekete geçilmelidir.

* İstanbul'a olan yakınlığı sebebiyle, iyi planlanmış bir kamp merkezi ile Antalya gibi şehirlerle rekabet edebilir; kamp turizminden ciddi gelir elde edebiliriz.

* Bu başarı yalnızca sporla sınırlı kalmayacak; medya, yerel yöneticiler, turizm sektörü ve esnaf da bu hareketliliğin olumlu etkilerini doğrudan hissedecektir.

* Gürle Dağı'nda yıllardır yapılan yamaç paraşütü sporunun tanıtımı yapılmalı, bölgeye bungalov evler ve sporcu konaklama tesisleri inşa edilerek destek verilmelidir.

* Ülkemizde sayılı merkezde yer alan golf sahalarından birinin İznik Gölü kıyısında kurulması, ilçemizi bu alanda marka haline getirebilir. Gerekirse dış yatırımcılar ikna edilmelidir.

* Gölümüzde yelken ve kano gibi su sporları için uluslararası sporcuların getirileceği projeler geliştirilmelidir. Bu kapsamda bir belediye takımı kurulmalı ve Orhangazi'nin bu alandaki kimliği güçlendirilmelidir.

Elbette bu öneriler çoğaltılabilir. Bazıları yatırım gerektiren büyük hayaller gibi görünebilir; ancak önemli olan vizyon geliştirebilmek ve ufuk açabilmektir. Zor olanları kısa vadede kenara koyabiliriz fakat en acil mesele, yerel amatör takımların desteklenmesi ve tesislerimizin mevcut kötü durumuna hızla müdahale edilmesidir.

Çocukluğumuzda her branşta madalyaya doymayan Orhangazi takımları ve bu zengin spor kültürünün yeniden oluşturulması gerekmektedir. Bu süreçte en büyük sorumluluk, çözüm üreten ve üst mercilerle etkili iletişim kurma becerisine sahip olması gereken belediyemize düşmektedir.

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.