HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

Bir Endüstri Mühendisi Gözünden Orhangazi

11.06.2025 00:00
Mühendislik, çeşitli problemlere çözüm üretmek ve yaşam kalitesini artıran yenilikçi çözümler yaratmak için bilimsel ve matematiksel prensiplerin uygulanmasıdır. Dolayısıyla, tam olarak Orhangazi'mizin tüm ihtiyaçlarını içermektedir.

Bazen bir çocuk, bazen bir vatandaş, kimi zaman da maziye bakan bir çift yaşlı göz olarak bakıyoruz Orhangazi'mize. Doğal olarak mesleğimizin gözüyle ilçemize bakmak kaçınılmaz hale geliyor.

Herkes mesleği ile alakalı bir şeyler katmak istiyor bu bereketli sofraya. Kimisinin dokunacak gücü oluyor, kimisinin de sadece kahve köşesi sohbetlerinde kalıyor idealleri.

Orhangazili, yerel ve uluslararası firmalarda çalışmış bir Endüstri Mühendisi olarak ben de mesleğim açısından konuya ne faydam olur diye düşündüm ve yüzeysel de olsa konuyu değerlendirmek istedim.

Bir işin ya da organizasyonun ölçümlerini yapmadan ya da fotoğrafını çekmeden iş hakkında değerlendirme yapmak mühendisliğin yapısına aykırıdır. Bu nedenle, işin ya da organizasyonun güçlü ve zayıf yönlerini belirlemekte kullanılan bir metodumuz olan SWOT analizimiz ile başlayalım değerlendirmeye. Peki nedir şehrimizin güçlü ve zayıf yönleri?

Orhangazi'nin Güçlü Yönleri:

* Ülkemizin en güzel zeytininin yetiştirildiği bölgede bulunması

* İçerisinden İstanbul-İzmir otoyolunun geçmesi

* İznik Gölü gibi, ülkemizin 5. büyük gölü olan bir doğa harikasına sahip olması

* Ülkemizin en büyük 500 fabrikası listesinde 2 firma bulundurması

* Tarım, sanayi ve turizmin yeterli olmasa da aynı bölgede rahatlıkla yapılabilmesi

* Daha önce Osmanlı saray mutfağının arka bahçesi, bugün ise İstanbul pazarını büyük ölçüde tarım ürünleriyle destekleyen bir ticaret altyapısına sahip olması

Orhangazi'nin Zayıf Yönleri:

* Dünya markası haline gelmesi gereken zeytin ve turşu gibi ürünlerin yeterince pazarlanamaması

* Ciddi spor tesislerine sahip olunmasına rağmen tesislerin bakımsızlığı ve yerel takımlar ile birkaç kişinin çabası dışında genç çocukların sportif faaliyetlerinin desteklenmemesi

* İçerisinden geçen D575 karayolunun şehre gürültü, görsel kirlilik ve trafik sorunu (Bat-Çık olmaması kaynaklı) yaratması

* Hâlâ 1970'lerde kurulan firmalar üzerinden istihdam sağlanmaya çalışılması ve yeterli istihdam oluşturulamaması

* İznik Gölü ve ovasının turizm ve tarım açısından verimsiz kullanılması

Ve daha birçok siyasinin de dile getirdiği fakat vaatler dışında değinilmeyen sorunlar...

Ben Orhangazi'mizi çok sevimli bir hayvan olan ördeğe benzetiyorum. Kanatları var, uçamıyor. Ayaklarında yüzgeçleri var, tam anlamıyla yüzemiyor. Paytak paytak yürüyor ama tam anlamıyla koşamıyor. Her özellikten biraz var ama potansiyelini kullanamıyor.

Peki sonuç olarak nasıl bir şehir istiyoruz?

Gençlerin sosyal alışkanlıklarının olduğu, iş kaygısı gütmediği, gençlerin kötü alışkanlıklara yönlendirilmediği bir şehir... Her yaştan insanın ortak değerleri paylaştığı, hem tarımı hem sanayiyi hem de sosyal hayatı doyasıya yaşadığı bir Orhangazi'yi arzuluyoruz. Evet, hepimizin konuştuğu ama bir türlü ulaşamadığımız o ideali bir gün gerçekleştireceğimize inanıyorum ben.

Peki bunun için ne yapacağız? Meşhur bir söz şunu söyler: "Eğer yapacağın eleştiriye bir önerin yoksa, yaptığın eleştiri fitneden öteye geçmez." Buradan yola çıkarak, tüm bu yüzeysel geçtiğimiz konuları bilimsel metotları ile elimizden geldiğince, önerileriyle birlikte anlatmaya ve aktarmaya çalışacağız. Sadece metotları değil, finansal kaynak önerilerinde de bulunacağız. Ne mutlu bunları değerlendirenlere, ne mutlu bunlara vesile olanlara.

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.