HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

“Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎

24.07.2025 00:00
‎Orhangazi gibi gelişmekte olan bir ilçede Fen Lisesi açmak, doğru bir adımdır. Ancak ne yazık ki bu doğru adım, yarım atılmıştır. Çünkü Orhangazi Fen Lisesi'nin kendine ait bir öğrenci yurdu yok.

‎Türkiye'nin dört bir yanındaki başarılı öğrenciler Fen Lisesi kazanmak için ter döküyor. Ancak Orhangazi'de bu başarıyı gösteren öğrenciler, eğer ilçede akrabası yoksa ya özel yurtların kapısını çalmak zorunda kalıyor ya da ilçedeki başka okulların pansiyonuna yöneliyor.İmam hatip lisesinin yurdunda kalmak istemeyen öğrenciler de geri dönüyor.

‎Şu anda imam hatıp lisesinin okulunda kalan fen lisesi öğrencileri öğlen arasında yemek için 1-2 km lik yolu koştura koştura gidip gelmek zorunda kalıyorlar.

‎Devletin "nitelikli okul" olarak ilan ettiği bir kurumun barınma ihtiyacını karşılayamaması tam anlamıyla bir plansızlıktır. Bu okulun binası yapılırken, neden pansiyonu yapılmadı?Yada neden pansiyonlu okul yapılmadı. Öğrencinin başarısı, sadece dersle değil, barınmayla da doğrudan ilgilidir. 15-16 yaşındaki çocuklara her sabah 1-2 kilometre yol yürüterek farklı okul pansiyonlara mahkûm etmekle övünülemez.

‎Daha da vahimi, bu sorunun bilinmesine rağmen çözülmemesidir. İdareciler seyrediyor, siyasiler vaat verip unutuyor, veliler ise çaresizlik içinde çözüm arıyor.

‎Bu yazıyı bir çağrı olarak düşünün:

‎Ayrıca okula atanan meslektaşımızın çok başarılı bir okul müdürü olduğu ve elinden gelen çalışmaları yapması şimdilik teselli verici.

‎Orhangazi Fen Lisesi, sadece tabelası olan bir okul değil; geleceğin mühendislerini, doktorlarını, bilim insanlarını yetiştiren bir kurumdur. Bu kuruma reva görülen ilgisizlik, Orhangazi'ye de yakışmıyor.

‎Eğer bir eğitim kurumuna yatırım yapılacaksa, o yatırım sadece binayla değil; yurtla, laboratuvarla, kitapla, kütüphaneyle, spor salonuyla yapılmalı.

‎‎Yoksa "Fen Lisesi açtık" demekle olmuyor.



Orhangazi de Bugün Eğitim Nerede?

‎Orhangazi'nin eğitimde Sessiz Çöküşü.

‎2025 yılı Nitelikli okul kazanma oranı malesef % 6-7 lerde kaldı. Geçen seneye göre bu oran oldukça düşük. Bunun sebeplerini İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü orhangazi halkına anlatmak zorundadır.

‎2014'te okul müdürleri tasfiye edilirken uyaranlar haklı çıktı. "Bu sadece koltuk savaşı değil, çocuklarımızın geleceğine atılmış bir dinamittir" diyenlere kulak asılmadı. Aradan 10 yıl geçti. Şimdi soralım: Orhangazi'de eğitim nerede?

‎Cevap açık: Yerlerde.

‎Bir zamanlar başarılarıyla adından söz ettiren okullar bugün rutin sınavlarda son sıralarda. Öğrenciler mutsuz, öğretmenler isteksiz, veliler umutsuz. Çünkü yönetim kadroları artık bilgiyle değil, talimatla çalışıyor. Okul müdürü korkuyor, öğretmen konuşamıyor, öğrenci kimliksizleşiyor.

‎Liseler boşalıyor. Öğrenciler TEKNOFEST değil, TikTok hedefliyor. Öğretmen saygınlığını kaybetmiş. Müdürler, okulun değil siyasetin memuru olmuş. Eğitim, ideolojik vitrin haline getirilmiş.

‎Sınıflar kalabalık, öğretmen rotasyonu keyfî, yöneticiler "hangi sendikadan?" sorusuna göre şekilleniyor. Orhangazi'de kaç okulda bilimsel proje üretimi var? Kaç okulda kütüphane gerçekten işlevsel? Kaç öğrenci üniversiteye bilinçli hazırlanıyor?

‎Bunları konuşan yok. Çünkü herkes koltuğunu koruma derdinde.

‎2014'te liyakat katledildi, bugün ise sonucu yaşıyoruz: Orhangazi'de eğitim çöktü. Bu bir çöküş hikâyesidir ama hâlâ geri dönülebilir. Yeter ki bu ilçede birileri çıkıp "artık yeter!" desin.

‎Eğitimi ayağa kaldırmak için önce şu soruyu cesurca sormalıyız:

‎Bu koltuklara kim neden getirildi, neyi başardı ve kimi temsil ediyor?

‎Cevap acı ama net: Çoğu bir şey başaramadı. Çünkü başarma derdiyle değil, görünme ve korunma derdiyle geldiler.

‎Orhangazi artık susmamalı. Eğitimde gerçek bir temizlik gerekiyorsa, başlaması gereken yer bellidir: 2014'te tasfiye edilen liyakat, yeniden dirilmelidir.

 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.