HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 18 ARALIK 2024, ÇARŞAMBA

Ulu Türkistan’ın Türkistan Şehri’ne Dair

17.12.2024 22:44
Ulu Türkistan’ın Türkistan Şehri’ne Dair
Ulu Türkistan’ın Türkistan Şehri’ne Dair
Anadolu Mektebi öğrencileri olarak yapmış olduğumuz Dede Korkut okumalarının ardından Korkut Ata'nın izini sürerek Türkistan topraklarına gittik. Peki Türkistan denince bizim aklımıza neresi gelmeli ? Türkistan kavramına ilk kez 7. Yüzyıl kaynaklarında rastlıyoruz. Arap ve Fars tarihçiler, Türkistan'ı Türk ülkesi, Türk yurdu olarak kullanıyorlar. Divan-ı Lügati't Türk'te ise  Kaşgarlı Mahmut, Hazar'ın üzerinden kıvrılıp Rumeli'ne, doğuda ise Çin'e kadar uzanan bölge olarak tarif ediyor. Türkistan'ı kadim Türk yurtlarını ifade etmek için kullanabiliriz. Yakup Ömeroğlu hocanın "Türkistan Yesevi'nin Şehri Yesi'ye Dair"  kitabını okurken Ulu Türkistan tarihinin merkezindeki Türkistan şehri başlıklı yazısı çok dikkatimi çekmişti. Demem o ki Türkistan denilince aklımıza yalnızca Kazakistan'ın Türkistan şehri gelmemeli. Günümüzde Orta Asya olarak addedilen coğrafya Türkistan'dır. Batılı devletler ve SSCB 20. YY'ın başlarından itibaren bölgeyi Orta Asya olarak adlandırmışlardır. Bu adlandırma bölgenin Türk kimliğiyle özdeşleşmiş yapısını değiştirmeyi amaçlayan politikaların bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

 Yakup hocanın ifadesiyle Ulu Türkistan'ın Türkistan şehrini anlatmaya, edindiğim tecrübeleri paylaşmaya öncelikle Arslan Baba türbesinden başlayacağım. Hoca Ahmet Yesevi türbesine çok yakın bir yerde konaklamamıza ve Hoca Ahmed Yesevi adının verildiği Türk Kazak üniversitesinde panel programlarını gerçekleştirmemize rağmen neden Arslan Baba türbesinden başladığımı sorarsanız menkıbeye göre Hoca Yesevi "Beni ziyarete gelenler, önce Arslan babama uğrayıp sonra bize gelsinler. bizden önce Arslan babamız ziyarete layıktır. " demiştir.  Bizim ziyaret rotamız ne yazıkki bu şekilde olmadı en azından yazımda bu vasiyete uygun olarak yer vermek istedim.

 Arslan Baba Türbesi

 Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmeyen Arslan Baba bölgede irşad ile vazifeli olan bir tasavvuf büyüğüdür. Fuad Köprülü Arslan Baba'nın Ahmet Yesevi'nin babası Şeyh İbrahim'in kardeşi olabileceğini söyler. Türbesi Otrar yakınlarında Emir Timur tarafından inşa ettirilmiştir. Türbenin yapılışının da yine ilgi çekici bir hikayesi var. Emir Timur, Hoca Ahmed Yesevi'ye görkemli bir türbe yaptırılmasını emreder. İnşaata başlanır fakat duvarlar çok geçmeden yıkılmaktadır. Türbenin inşaatı bir türlü tamamlanamaz. Ustalar bunun sebebini bir veliye danışırlar. Arslan Baba kabri imar edilmeden kendi kabri üzerinde üzerinde türbe inşa edilmesine Hoca Ahmed Yesevi'nin razı olmadığını söyler. Emir Timur'a da bir gece rüyasında önce mürşidi Arslan Baba'nın Türbesini inşa ettirmesi daha sonra Yesevi külliyesi inşaatını sürdürmesi bildirilir. Bu durum üzerine Emir Sultan Önce Arslan Baba türbesini ardından Yesevi türbesinin yapılması emrini verir. Tüm bu menkıbelerden, hikayelerden sonra yazıya neden Arslan Baba ile başladığım anlaşılmıştır diye düşünüyorum. Yapının giriş eyvanı mescit ve türbe kısımlarını birbirinden ayırmış durumdadır. Mescidin olduğu tarafta küçük bir müze odası da var. Bu odada 7. YY 'dan kalma Kuran-ı Kerimler ve Divan- ı Hikmet'ten hikmetli sözler sergileniyor. Yine sergilenen kitaplar içerisinde Osmanlıca eserler de yer almakta. Müzedeki bilgilendirme yazıları kazakça dolayısıyla kiril alfabesi ile. Bu alfabe farklılığı bizim iletişimimizi oldukça zorlaştırıyor. Türki devletler olarak farklı alfabeler kullanmamız ve birbirimizi anlayamamız o kadar üzücü bir durum ki ortak alfabe çalışmalarını oldukça kıymetli buluyor ve birçok güzelliğin de beraberinde geleceğini düşünüyorum. Türbenin çevresinden bahsedecek olursam yanında tuzlu su kuyusu bulunmaktadır. Bu suyun şifalı olduğu söyleniyor ve çok uzak yerlerden bu sudan içebilmek adına Arslan Baba türbesine ziyarete gelen insanlar olduğunu duyduk. Fakat bu kuyudan herkesin kovasına su gelmiyormuş. Gelen su miktarının da kalbinin temizliği ile doğru orantılı olduğu söyleniyor. Çok şükür kovamız boş dönmedi, elimi yüzümü yıkayıp şifa niyetine sudan da içtim. Bu topraklara İslamiyet'i anlatan Arslan Baba'ya dualar ederek ve Hoca Ahmet Yesevi'nin hikmetli sözlerinden

"Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm,

Arslan Baba'ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed"

 mısralarını okuyarak çıkış kapısına doğru gittik.

Hoca Ahmed Yesevi Türbesi

Türkistan'a manevi ruhunu veren Hoca Ahmet Yesevi türbesine gün batımına doğru yürürken bu bölgedeki en büyük kubbeye sahip olan türbenin uzaktan görüntüsü bile hayranlık uyandırıyor. Türbe çok geniş, düzlük bakımlı bir alanın içerisinde yer alıyor ve türbenin boyundan daha uzun hiçbir yapıt bulunmuyor. O yüzden mavi, yeşil çinilerle süslü zarif kubbelerini her bakışta görmek mümkün. Bu türbeyi Emir Timur'un yaptırdığından bahsetmiştim. Ahmet Yesevi kendisinden iki asır sonra yaşayan Timur'un rüyasına giriyor ve Buhara'nın fethini müjdeliyor. Fetihten sonra da Timur şükran duygusu ile ihtişamlı bir türbe yapılmasını emrediyor. Fakat türbe sonraları o kadar bakımsız kalmış ki Sovyetler türbeyi yıkmamış belki ama yıkılmaya terk etmiş. Bütün Türk ve İslam aleminin ortak hazinesi olan bu külliyenin restorasyonunu merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal'ın girişimiyle devletimiz üstlenmiştir. Yakın dönemde de TİKA tarafından restorasyon, çevre düzenlemesi ve ışıklandırılması yapılmış. Türbenin girişinde TİKA tarafından konulan "kardeş Türk halkına hediyemizdir." yazısını görünce oldukça gurur duydum. Türkiye, Türkiye'den çok daha büyük ! Yaklaştıkça bitkiler rayihalarıyla, kuşlar da cıvıltılarıyla bizi karşılıyor. Kasım ayında Türkistan'da gül olur mu demeyin Yesevi türbesinin bahçesinde az da olsa soğuğa rağmen ayakta kalmayı başaran güller vardı. Güllerden öğrenecek ne  çok şeyimiz var. Yıllarca süren asimile politikalarına rağmen bu topraklarda Türk-İslam ülküsü ayakta kalmayı başarmış. Türbenin arka tarafında o kadar yoğun bir kuş sesi vardı ki ilk duyduğumda yapay olabileceğini düşündüm. Kafamı kaldırıp yukarı baktığımda kuşların birbirleriyle olan uyumunu gördüm. Türbenin ön tarafına geldiğim zaman turkuaz renkli çinilerle verilmiş desenler, Türk damgaları, çoğunlukla kufi yazı karakterinden oluşan hadis ve ayetlerle kuşak şeklinde duvara uygulanan motifler… Türbenin karşısına geçip saatlerce bu sanatı izleyebilirdim. Oranın sakinliği, yalnızca kuşların sesi ve türbenin büyüleyici güzelliği her boş zamanımızda ayaklarım beni oraya götürmesine sebebiyet veriyordu.  Türbenin duvarları; En-am suresinin 59. - 63. ayetlerinden, hadislerden, seçilen iri sülüs hatlara yazılmış yazıları içerirken kubbesinin sekizgen kasnağında büyük kufi hatla "el Inayetü lillah, el ata lillah" (İyilik Allah içindir, bağış Allah içindir.) sözleri tekrarlanıyor. Türbenin içerisine girince sağ tarafta Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin kabri bulunuyor. Kabrin bulunduğu bölüme isabet eden küçük kubbenin gövdesinde ise "el-Mülkü lillâh" ( Mülk Allah'ındır) yazıları tekrarlanarak devam etmektedir.    Başında canlı olarak sesli bir şekilde Kuran-ı Kerim okunuyordu.  Sol tarafa doğru biraz ileriye gidince camdan karşı odadaki kocaman kazanı gördük. Restorasyonda olduğu için o odaya girilemiyordu. Bu kazan Rahmet kazanı olarak adlandırılıyor. 1399 yılında Emir Timur tarafından yaptırılmış. Denilene göre bu kazana tatlı su doldurulur. Şifasını dualardan aldığına inanılarak dervişlere ve ziyarete gelenlere Cuma namazı sonrası su dağıtıldığı söyleniyor.  2 ton ağırlığında ve 3 bin litre su kapasitesine sahip olan bu kazanı 1935'te Sovyetler Birliği döneminde St. Petersburg Ermitaj müzesine götürseler de 1989'da tekrar Kazakistan topraklarına kavuşmuş ve ait olduğu yere Ahmet Yesevi türbesine mutluluk gözyaşları ile konmuştur.

Hoca Ahmed Yesevi 63 yaşına geldiğinde Peygamber efendimizden daha çok güneşi görmeyi hak etmediğini düşünerek yer altında itikafa girmiş, ömrünün geri kalanını çilehanede ibadetle geçirmiştir. Çilehane türbenin biraz daha ilerisinde yamaç kısımda kalıyor. Yapının içerisinde mescit gibi küçük bir camii ve odalarında de mutfak ve çilehane yer alıyor. Fakat çilehanenin içerisine ancak özel izinle girilebiliyormuş.

Has aşkından behre alan hayran olur,

Rüsva olup, halk içinde viran olur.

Didarını taleb kılıb giryan bolur,

Ağlayı-ağlayı Hakk kokusu aldım ben işte.

Aşk hanesi bağrım içre mekan kıldı,

Gam ve şükrü aklımı alıp şaşkın kıldı.    ( Divan-ı Hikmet)

Otrar

Otrar'a giderken bozkırlarda otlayan yılkı atlarını izleyerek ve at kültürünün önemini konuşarak ilerledik. Bozuk yollardan gitmek biraz bizi zorlasa da nihayet Otrar'a varmıştık.  Büyük Türk filozofu Farabi'nin doğum yeri olan Otrar'ı Müslümanlar Farab olarak isimlendirmişlerdir. Otrar kadim bir şehirdir. Kale, Şehristan ve Rabat olmak üzere üç büyük semtten oluşuyormuş. 13. yy'a kadar İpek yolunun üzerinde bulunan en canlı kentlerden birisiymiş. Otrar kalesine doğru ilerlerken yere yakın gri bulutlar, sert esen rüzgarlar sanki burada yaşanan o vahşeti anlatıyordu. Evet, Otrar faciasından bahsediyorum. Cengiz Han'ın burayı nasıl yağmaladığını nasıl yaktığını Moğol istilasından sonra yaşam emaresi kalmayışını adeta hissettiriyordu. Otrar kenti 1991'de Kazakistan'ın bağımsızlığını kazanmasıyla açık hava arkeoloji müzesine dönüştürülerek devlet korumasına alınmış. Tika da şehirdeki kalenin iç giriş kısmının restorasyonunu gerçekleştirmiş. Otrar kalesine giderken yolun sol tarafında belirli aralıklarda deve heykelleri bulunuyor. Tarihi ipek yolunda olduğunuzu hemen anlıyorsunuz. Şehrin giriş kısmında hamam yer alıyor. Günlerce yoldan gelen kervanlarda bulunan kişilerin önce temizlenip sonra şehre girmesi istenmiş. Yapılan arkeolojik kazılarla camii, medrese, imarethane, hamam ve sosyal yapılar ortaya çıkarılmış. Kanalizasyon sistemi ise 10 yy' da ulaşılan şehirleşme düzeyini gösteriyor. Bilim ve ticaret yuvası olan Otrar, Unesco dünya mirası listesinde yer alıyor. Dönüş yolunda güneş yeni batmış ve hava kararmaya başlamıştı. Grubun en arkasında giden 4 kişi olarak uluma seslerini duyunca sürüden ayrılanı kurt kapar atasözü gerçekleşmesin diye hızlıca araçlara yürüdük.

Hoca Ahmed Yesevi Türk- Kazak Üniversitesi

Kazakistan'ın adeta bağımsızlık nişanesi olarak kurulan bu üniversite 1991 yılında Türkistan üniversitesi adıyla açılmıştır. Bir yıl sonra Türkistan'ın manevi sahibi Hoca Ahmed Yesevi adıyla Türkiye ve Kazakistan'ın ortak üniversitesi haline dönüşmüştür. İki ülkenin 2009 yılında yaptığı üniversitenin işleyişine dair anlaşma eğitim alanındaki işbirliğini daha da geliştirme iradesini yeniden ortaya koymuştur Türk-Kazak işbirliğinin güçlü temelleri üzerine inşa edilen bu kurum yalnızca akademik bilgiyi değil aynı zamanda kültürel ve manevi değerleri de nesilden nesile aktarmayı amaçlamaktadır. Türkistan'ın kalbinin burada attığını düşünüyorum. Kazakistan bayrağında parlayan güneş misali etrafını aydınlatan gençlerin yetişeceği bu üniversitenin Türk dünyasında; barışı, birlikteliği ve kalkınmayı simgeleyen bir misyonu olduğu aşikar.Türk Dili konuşan devlet ve topluklara mensup öğrencileri bir çatı altında toplayan bu üniversitenin misyonu ve vizyonu oldukça heyecan verici. Üniversitenin idari biriminde görev yapan program boyunca bizimle yakından ilgilenen görevlilerle yaptığımız sohbetlerde neden üniversite okumak için Türkiye'den buraya geldiklerini, neden bu üniversiteyi seçtiklerini sordum. Aldığım cevap ise Türkiye'de o puanlarla ortalama bir üniversitede okumaktansa Türk-Kazak üniversitesinde okuyup akademik hayata daha kolay atılmak ve üniversitenin imkanlarından yararlanmak olduğunu söylediler. Özellikle Türk lehçeleri üzerinde çalışanlar için buranın gerçekten büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum. Bir yılda Kazakça, Özbekçe, dertlerini anlatacak kadar Rusça öğrendiklerini söylediler. Türkiye, lisans öğrenimi görmek için Türk- Kazak üniversitesine giden öğrencilerin yılda iki kez yol ücretlerini bile karşılıyormuş. Bununla da kalmıyor her yıl 500 Kazak öğrenciye de Türkçeyi öğrenmesine karşılık burs veriyormuş. Üniversite rektörü Kazakistan cumhuriyeti tarafından, rektör vekili ( eş rektör) ise Türkiye Cumhuriyeti yüksek öğretim kurulu tarafından atanıyormuş. Öğle yemeklerini genel olarak üniversitenin yemekhanesinde yani öğrencilerinin de yemek yediği yerde yedik ve genel olarak yemeklerinin de çok güzel olduğunu söylemeliyim.

İbrahim Ata/ Karaşaş Ana Türbesi

Kazakistan'dan ayrılmadan önce Çimkent'in içerisine girmeden Sayram kasabasına gittik. Dışarısı yağmurlu ve oldukça rüzgarlıydı. Burada mütevazı bir kubbe altında alt bulunan hoca Ahmet Yesevi'nin babasının kabrini İbrahim Ata'yı ziyaret ettik. Ardından annesinin kabri olan halk arasında Karaşaş ana olarak bilinen Ayşe bibinin kabrini ziyaret ettik. Bu ziyaretlerin ardından Kazakistan'a veda yolunu tuttuk.

At ve Kımız kültürü

Göçebe yaşam tarzının ayrılmaz bir parçası olan at, Türkler için tarih boyunca hem kültürel hem de ekonomik açıdan büyük bir öneme sahip olmuştur. Türk mitolojisinde ve destanlarında at genellikle özgürlüğün, cesaretin ve kahramanlığın simgesi olarak ortaya çıkıyor. Bu topraklara gelip de ata binmeden gitmek olmaz diyerek neredeyse tüm grup olarak atlara bindik. Dede Korkut hikayelerinde atların yelelerinin rüzgarda savruluşunu okurken Türkistan'da atın üstünde o rüzgarı içimizde hissettik.  Dede Korkut'un izinde buralara kadar geldiğimize göre sırada hanların bir araya gelerek içtikleri kımız var. Kımız at sütünden yapılan oldukça sağlıklı çok eski bir içeçektir. Bu içeceğin tadını ben sade kefire benzettim. Kımız içerken dikkat edilmesi gerekilen husus ise mayalandıktan sonra ne kadar süre geçtiği ile ilgili. At sütündeki glikoz miktarı inek sütüne göre çok daha fazlaymış ve özellikle mayalandıktan sonra bir gün bekleyen kımızlarda az da olsa alkol oluşuyormuş. O yüzden önümüze gelen kımızlarda ilk sorduğumuz soru bu kımız taze mi oluyordu.

Türkistan'a Dair Son Sözler

 Kazakistan'ın geniş düzlüklerinde inşa edilmiş bu şehir bana o kadar ferah geldi ki… Müstakil evlerin birbirleriyle olan mesafeleri, yolların genişliği ve tertemiz çevresi… Yerlere çöp atmanın ve açık alanda dahi belirlenmiş yerlerin dışında sigara içmenin ciddi yaptırımları var. Bu kanunlar o kadar güzel uygulanmış ki artık halk arasında bu sistem oturmuş durumda. Kanunların güzel bir şekilde uygulandığına dair kanaatimin oluşması ise yaşarken oldukça stresli ama sonrasında gülünç gelen bir tecrübemizden kaynaklı. Akşam saatlerinde Kazak öğrencilerle birlikte bir grup üniversite öğrencisi ve iki hocamızla birlikte dışarıya çıktık. Kırmızı ışıkta yayaların karşıdan karşıya geçmesinin yasak olduğu bilgisi de aslında önceden bize verilmişti fakat öyle hararetli bir şekilde sohbet ederek yürüyorduk ki  yolda hiçbir aracın ve hatta bizden başka kimsenin olmamasıyla birlikte ilk adımı atan ve bizimden peşinden gittiğimiz Kıymetli Atilla hocamızla birlikte kendimizi bir anda yolun ortasında bulduk. Kazak öğrenciler de oldukça şaşkındı. Hocam kırmızı yanıyor dediklerinde artık yolun tam ortasındaydık. Bir grup yolun karşısına geçti, bir grup yolun gerisine ve Mustafa Başpınar hocamız yolun tam ortasında ne yapacağını bilemez halde karşı taraftan  gelen polislerle göz göze geldi. Biz turist olarak geldiğimiz için  ceza yazmadılar ama yanımızdaki Kazak öğrencilere ceza yazarlarken  bizim yüzümüzden onların da geçtiklerini, sorumlunun biz olduğumuzu anlatmak için çok çabaladık. Onlar da üçüne ceza yazmak yerine en azından bir tanesine uyarı mahiyetinde bir ceza yazdılar. Hepimiz birlikte bu cezayı ödeyerek artık otelin yolunu tuttuk. O günden sonra karşıdan karşıya geçerken iki kez ışıkları kontrol etmeye başladık.

Kazakistan'daki Anadolu Mektebi öğrencileri bizimle o kadar alakadar oldular ki kendimizi evimizdeymiş gibi hissettik. Birbirimizi uzun yıllardır tanıyormuş hissiyatı ile üç günlük süre zarfında birlikte çok güzel anılar biriktirdik, tecrübeler edindik. Kazak öğretmenlerden Aygül hoca ve Kazak öğrenciler bizim için hediyeler hazırlamışlar. Kazaklar'da gelen misafir eli boş gönderilmez diyerek son akşam her birimize hediyelerimizi verdiler. Hediye olarak verdikleri Kazakistan bayrağı şimdi odamın baş köşesinde güneşiyle ışık saçmaya devam ediyor.

Hayatım boyunca unutamayacağım bu günleri yaşamama vesile olan Anadolu Mektebi ailesine çok teşekkür ediyorum.

 
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2024

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.